Tuesday, July 31, 2007

Şaşkın Talisman


Bu aralar sıcaktan mı bilmiyorum ama umulmadık şekilde şapşal hareket ediyorum. Hayır aşık da değilim. Anlamadım ki..

Önce resimden film bulma sorusu sorup, resme filmin ismini verdim. Yuh dedim kendime. Sonra da dün akşam bir dizi saçmalığa imza attım.

Şöyle gelişti olaylar:

Tam işten çıkarken cep telefonumu kaybettiğimi anladım. Aman tanrım panik oldum. Panik olmamın sebebi de cep telefonu kaybettimden ziyade "şimdi serviste ne yapıcam" paniği idi, çünkü yanımda kitap yoktu radyo dinleyecektim cepten. Hem kitabım yoksa hem radyo dinlemiyorsam serviste beş kaplan gücünde sıkılabiliyorum. Hatta trafik varsa delirebiliyorum. Sonra kesin tuvalette bıraktım dedim. Biri bulmuştur diye aradım.

Bir adam açtı, şöyle bir diyalog:

Önce ben:

- Oh cep telefonumu bulmuşsunuz, değil mi?

- Höö cep mii? Özel numara arıyor görünüyor.

- E yerimden arıyorum ondan.

- Yerinden mi? (amca kibar bir amca değil ilk andan itibaren bana sen diyor)

- Evet, işyeri yani

- Sen kimsin?

- Asıl siz kimsiniz? Neredesiniz?

-....Telefon kapandı, hemen senaryo yazdım, adam cebimi çalmış bir de utanmaz açıp konuşuyor , salağa yatıyor.

Çok sinirliyim, hemen aşağı güvenliğe gidiyorum.

- Cep telefonum tuvalette kaldı.

- ???

- Yani biri getirdi mi size?

- Yoo, getiren olmadı.

- Nasıl yani?

- ???

- Şimdi bir şey yapamaz mısınız yani?

- Nasıl birşey?

- Ne biliyimm.. (Sinirli bir ses tonu)

Ne yapsın ki adamcağız, CSI İstanbul da mıyız? Tükürük bezi tahlilinden hırsızı mı bulsun?Sonra hemen yine kendi telefonumu arıyorum:

- Aloo (bu benim ve çok sinirli olduğum zamanlardaki gibi sesim incelmiş komik çıkıyor :))

- Sen kimsin yav?

- Kim olduğumu ne yapacaksınız? O telefon benim.

- Hangi telefon?

- Sizin şu anda benimle konuştuğunuz telefon benimm..

- Ne diyosun yav?

- Benim telefonum oo. Nerdesiiin?

- Haaa??

- Nerdesin diyoruum. Kimin telefonu bu?

- Ali' nin..

- Ali mi? (Ali nerden çıktı?)

- Yav sen kimsin..

Bu noktada bende jeton düşüyor. Telefonu kapıyorum. Ben kendi telefonumu yanlış çeviriyormuşum meğer. Başını 535 yerine 537 diye çeviriyorum. Tanımadığım birinin telefonunu arıyor masum bir adamcağızı canından bezdiriyorum..

Allahım safi salağım. Sonra doğru numarayı yani kendimi arıyorum. Ve rezaletin ikinci perdesi, telefon sesi geliyor çok yakından, ama çok yakın, çantamdan.. Çantamdaymışş..

Ve bunlar güvenlik görevlisinin yanında oluyor, az önce çemkirdiğim adam. Şimdi dudaklarını kemiriyor gülmemek için, sonra benim güldüğümü görünce gevşeyip gülüyor, deli gibi gülüyoruz sonra ben servise yetişmek üzere dörtnala koşarak ayrılıyorum. Radyo dinleyebileceğimm..!! :))


Not: O adam mı? Hani yanlışlıkla aradığım? Sanırım hala tanımadığı bir kızın kendini arayıp "nerdesiiiiin, o telefon beniim" demesinin şokunu yaşıyordur. Kendimi Lost Highway deki, Mystery Man gibi hissediyorum.:)
Not2: Foto nun tabii alakası yok ama Jeremy' nin beni dinleyip böyle çekici çekici güldüğünü hayal etmek istedim..

Monday, July 30, 2007

Bu foto hangi filmden peki?


Bir de daha zor sorayım. Hem bu sefer foto ismini de değiştirdim. :)

Nasıl ileteceğimi netleştiremesem de bilene yine bir iyilik düşüneceğim.

Denizde karartı var..


İlk İstiklal Caddesinde, caddeye şenlikli bir şekilde müziğini yayan, Beyoğlu sinemasının yanındaki müzik dükkanında gördüm yüzünü. Hiç bir bilgim yoktu hakkında. Hoş bir tipi varmış diye düşündüğümü hatırlıyorum. Benim beğendiğim tiplerdendi. Hafif burun falsosu, çökük yanakları ve koyu gözleri ile. Çok da durmadım üstünde.Sonra platonik aşklarımdan güzide bir tanesi onu tavsiye etti bana. Sevilen kişi ile ilgili herşey ilginizi çeker, onun sevdiği şeylerden ona dair ipuçları çıkarmaya çalışarak pür dikkat dinler, izlersiniz ya ben de o tip bir merakla başladım onu dinlemeye.

Sevdiğim kişinin duygularına giden araç olmaktan hemen sıyrıldı, direk amacım haline geldi onu dinlemek. Sardı beni, önce Viya, sonra Hayde. Sonra Zuğaşi Berepe' den İgzas, Viva Mişkunan. Özellikle İgzas' ta ciddi bir takılma, uzun süre onun dışında hiçbirşey dinlememe hali geçirildi sırayla. Sonra lazca şarkılarının sözleri bulundu, Türkçeleri bulundu. Neredeyse lazca öğrenilecek kıvama gelindi. Birini sevdin mi, film kişisi olsun, roman yazarı olsun, müzik insanı olsun dibine kadar araştır, didikle saplantı yap, bir süre başkası ile ilgilenme mottosuna yine sahip çıkılarak baya bir yol katedildi.

Sonra ne mi oldu? Uğursuz haber geldi. İnanamadım ben. Yok canım dedim, nasıl hasta olur , hastalığı yakıştıramadım ona. Pek çok kişi gibi. O da yakıştıramamıştı, üzerine almamıştı "Kanser le konser arasında sadece bir kelime fark var" diyordu, umutluydu belliydi. Ben de umutluydum imkansız geliyordu ölmesi.

Sonra ne olduğu malum.

İnsanın ruhunun soluklandığı kişiler var bence yani darlandığında onun hayatta olduğunu düşününce "yok yahu o kadar da kötü değil herşey" dediğin kişiler. Onlardandı benim için. "Dünyada bir yerde" ama o hala. Değil mi?


Denizde karartı var

Bu gelen kayık mıdır?

Ben özledim yarimi

Ağlasam ayıp mıdır?

Sunday, July 29, 2007

??? Bilmem..


Acı doluyuz hepimiz. Kalbimizle boğazımız arasında yerleşen acılık insan olmanın
getirdiği araz. Kimimiz farkındayız bunun, insan olmak, yaşamak zor şey diyoruz,
kimimiz suçu başka yerde, günlük problemlerimizde arıyoruz ya da başkalarında "o
bana öyle davranmasa hayatım güzel olur, o olmasa ben böyle yapmazdım vb vb şeklinde
kızıyoruz. Bence temel trajedi insan olarak bu dünyaya gelmek.

Akıl verilen,( ama herşeyi tam olarak algılamaya imkan vermeyen sınırlı bir akıl) akıl dışı nitelenen olaylar karşısında çaresizlik ve korku hisseden, bir yanı ile doğaya bağlı bir yanı
ile tamamen doğadan kopmuş, öleceğini bilen, nasıl öleceğini düşünen ama bunu
düşününce kafasından atmaya çalışan, rüya denen acaip güzel, bir o kadar anlaşılmaz
olayla ödüllendirilmiş, hayal denen yine güzel ama durup durup insanın elinde
patlayan bir gariplikle donatılmış garip yaratıklarız.


Hey little apple blossom,

What seems to be the problem?

(The White Stripes)
Ya insana yazı yazıp da post etme aşamasında yazısı birden çok manasız gelebilir mi? 5 dakkada insan yazdıklarına yabancılaşabilir mi?
Garipmiş..
Neyse ..tir edin yazdıklarımı bilin bakalım bu foto hangi filmden? Hadi..
Bilene Taxidermia yı yollayacağım. Eyvah bilen de söylemeyecek :) Tamam bilene sevdiği başka bir filmi de yollayabilirim.:)

Wednesday, July 25, 2007

Self improvement is masturbation. Now self destruction.


İçimde önlenemez bir Fight Club ı tekrar seyretme isteği var. Deliriyorum..


Tyler Durden: Warning: If you are reading this then this warning is for you. Every word you read of this useless fine print is another second off your life. Don't you have other things to do? Is your life so empty that you honestly can't think of a better way to spend these moments? Or are you so impressed with authority that you give respect and credence to all that claim it? Do you read everything you're supposed to read? Do you think every thing you're supposed to think? Buy what you're told to want? Get out of your apartment. Meet a member of the opposite sex. Stop the excessive shopping and masturbation. Quit your job. Start a fight. Prove you're alive. If you don't claim your humanity you will become a statistic. You have been warned- Tyler


So tell the bloggers that I am back in towwnn..


Geldim, geldim :)

Seçime gittim dediğim gibi, yazılı olduğum yer İstanbul değildi, memlekete gittim, gitmişken 2 gün de izin alayım dediğim için ancak bugün işe ve internete döndüm.

Şimdi öncelikle söz verdiğim gibi Öykücü nün sorularını yanıtlayayım, "perde ile boğuşuyom böhüü, sıkıcıyım bi de laan" mealli son yazımın soru işaretlerini gidereyim. :))

Şimdii, tül nedir, korunuyor musun saklanıyor musun demiş, cevap veriyorum ikisi de.. Bazen görünmez olmayı çok istiyorum, çok ama, o dönemlerde kendimi saklıyorum hem de korumuş oluyorum ama asıl beni rahatsız eden, böyle olmadığım zamanlarda da görünmez engellerin beni tutması. Tam bilemiyorum hissediyorum bunu sadece. Bir de "senin sorunun ne dostum haa? " mealli bir soru sormuş Öykücü, şimdi sorunum elle tutulur bir sorunum olmadan kendime eziyet etmem aslında. Böyle bir terslik var, görünürde herşey tamam ama ben eksiğim, eksiğim diye yırtınarak sebep arıyorum bulamadıkça kendime sarıyorum. Kendimi de kah "afacan ne diyorsun sen" tarzında inceliyorum kah da kurbağaları kesip içine bakmak ya da bir çocuğun oyuncağının işleyişini anlamak için oyuncağı tarümar etmesi tarzında inceliyorum. Kanırtıyorum bi nevi.. Bir de sanırım Oblomov' luğum canımı sıkıyor ama o uzun iş, sıkılırım anlatmaya..(Bu da Oblomov tarzı bir izah :))

Neyse şimdi iyiyim, kafam takılı değil birşeylere. Aksine yolculuğumu, köyümü, yeğenimi anlatma isteği ilen doluyum. (Kaçırmayın bu modumu, tadından yinmez :))

Notlar halinde anlatayım, yaşasın notlar..

- Köyümü çok seviyorum her ne kadar kendisi Oblomov Talisman'ın tohumlarının atıldığı yer de olsa, süperdir, benimdir. Çocukluğumla ilgili yıllardır aynı kalan bir sürü ayrıntıyı bağrında sakladığından insanda bir devamlılık hissi oluşturur.

- İnsanlar siz görmeyince çabuk mu yaşlanıyor? Çocuklar eşşek kadar olmak için sizin arkanızı dönmenizi mi bekliyorlar?

- Yeğenimle beraber köyde benim en sevdiğim yerleri gezdik, yani derede kurbağalara taş attık, eski çeşmenin oraya gittik, (kuşlar atrafına çok pislediği için yeğenim çeşmeyi direk "kuş tuvaleti" olarak nitelendirdi. kendisi 5,5 yaşında bir yakışıklıdır bu arada) yıldırım düşen ağaca gittik ve tepeye tırmandık, dikenlerin arasından geçerek. Onun deyimiyle "maaaceradan maceraya koştuk.." Aynen böyle söyledi, şehir bebeği :))

- Tatilden dönüşte amcamla döndük, daha önce hasta olduğunu yazmıştım, şimdi onunla İstanbul' da doktora gideceğiz. Çok korktum, bir hastadan mesul olmak beni pek streslendirdi, uçakta bayılacaktım gerginlikten ama şimdi geçti. Bir de amcam gayet iyi aslında neden kafayı yedim bilemiyorum.

- Yeğenim köyün delisinden bahsedip duruyordu ben buna "deli den korktun mu sen" dedim, bu yüzüme çok gücenmiş bir halde baktı, "Onun adı Yaşar" dedi kızgın kızgın. Yerin dibine girdim, ben korktun mu diyorum bu bana "His name is Robert Paulsen" muhabbeti yapıyor, pek mahçup oldum :) (Fight Club) Sanırım adam olacak miniğim..

- Platonik aşkım izinden döndü, ben "sevmiyorum uleyn" gazları ile kendimden geçtiğimden hemen koşup ona bana verdiği cd yi hiç sevmediğimi anlattım. Yüreğim serinledi. (Evet, çocuğum, evet lise de değil, ortaokul :)) Bir de üstüme bir deli rahatlığı geldi ve makineli tüfek gibi konuştum. Sanırım benim deli olduğumu düşünüyor. Çok umrumda sankiii :) (İlkokul muyum yoksa ne :))

Benden bu kadar daha yazacak zibilyon şey var ama iki günde işler birikmiş.. ^+&%&%&!''




Friday, July 20, 2007

Crybaby!

Hayatıma dışardan baktığımda tül bir perde ile boğuşan birini görüyorum. Şeffaf hatta nerdeyse görünmeyen. Duvarlarım var höt zöt diyen insanlarla acımasızca dalga geçse de etrafında şeffaf engelleri ile insanlar arasında dolaşan, kafasındaki saplantılardan, anlamlı anlamsız hayallerden dolayı gerçeği görmekte daha doğrusu onunla uzlaşıp yoluna devam etmekte başarısız biri.

İsyan eden ama neye kime ettiğinden emin olmayan, öfkelenen kime yönelteceğini bilemeyip öfkeyi tamamen kendine aktaran, kendini acımasızca deşen biri..

Sanırım bunca lafı ettiğine göre de kendine acıyan biri..
Sıkıcı mı ne?

Wednesday, July 18, 2007

Ne kadar ayıp, naaptın Talisman..


Şimdi bu aşağıdaki şarkıyı dinleyip duruyorum ama hiiç bunalımda filan değilim desem bana inanınız lütfen ey karilerim..

Ne güzel şarkı bu ya, daha önce de yazdım ben bunu blogumda, hatırlıyorum ama yine yazcam.. Bu Depeche Mode şarkılarının sözleri genelde güzel oluyor ben de şarkılarda sözlere dikkat eden biriyim. Çok müziğini sevdiğim bir şarkıyı sözleri kötüyse bir hamlede harcar neşeyle yoluma devam edebilirim. Ya da çok matah olmayan şarkıyı sözleri yüzünden dinleyebilirim. Yok ama bu ikincisini az yaparım. Hatta hiç örnek aklıma gelmedi, direk sallamışım, pardon :) Bunu silmeyerek de bir saçmalığa imza atıyorum sanırım ama olsun yahuu.

Siz onu bunu bırakında bi kara kutlama yapalım. (Sa tanistler siz uzak durun, lafı tersinden anlamayın.) Evet şarkımız:


Lets have a black celebration

Black celebration

Tonight


To celebrate the fact

That we've seen the back

Of another black day


I want to take you

In my arms

Forgetting all I couldnt do today


I look to you

And your strong belief

Me, I want relief

Tonight


Consolation

I want so much

Want to feel your touch

Tonight


Take me in your arms

Forgetting all you couldnt do today


Black celebration

Ill drink to that

Black celebration

Tonight

Mutsuz olmadığıma inanınız diye bir kanıt daha sunuyorum bu şarkıdan önce Asuman Pansuman şarkısını dinliyordum. Mirkelam' dan..Evet, sözleri "Ne kadar ayıp, Yapma Asuman, Kalbimi kırdın, Yap bir pansuman" olan bir şarkı dinliyorum. Hem de zevk ile..


Bu arada bu Dave Gahan fotoğrafı size de tek birşey düşündürtmüyor mu? :))

Hişş unutun bunu, Allahım hormonlarıma mukayyet ol.:)

Sunday, July 15, 2007

I will try to fix you.




Ben çok daha iyiyim. Hatta savunma mekanizması mı bilmiyorum ama platoniğimi düşünmek beni hiç üzmüyor. Demek ki pek de sevmiyormuşum ya da şu cümleyi kurabilmek için kendimi kastım ve kendime belli etmeden bastırdım, bilemiyorum. Her şekilde mutluyum ya ne yapalım yani. Bastırma-kendini kandırma olup olmadığını anlarız eninde sonunda..


Bana bu konuda yorum yazan herkese tekrar teşekkür ederim. insan üzgünken, yalnız olmadığını hissettiren insanlar olması iyi geliyor.


Her sıkıntılı insan gibi (saçma bir genelleme yapmış olabilirim :)) önce etrafıma çekidüzen vermeye karar verdim, evde odamı dip bucak temizledim, herşeyin tozunu aldım, en dip köşelerin bile, sonra bir sürü çıkan hatıra kabilinden sakladığım şeylere bakıp bakıp daldım. Sinema biletleri, uçak biletleri, arkadaşlarımın yazdığı komik notlar, benim yazdığım günlük-vari yazılar vb. Evet ben atmam bunları, atamam yani. İz kalsın istiyorum, sanırım hafızama çok güvenemiyorum. Çok kendine yontan bir hafıza benimki, hemen temizleniyor. Sonra böyle araştırırken cüzdanımın en dibinde taa 2002 yılından bir hatıra buldum. Eski bir platoniğimle son yemeğe gittiğim yerin kartı ve ayrıca platoniğin katviziti. Oha. Ben ne zaman koydum bunu cüzdana, ne zamandır benimle yaşıyor bu kartlar. Yuhh. Arada ben bunun düğününe gittim, hatta bir sene geçti üzerinden ben bunu ve karısını ağırladım filan. Bu süre zarfında ben nereye gidiyorsam bu kartlar da benimle mi geldi? ufak bir şok yaşadıktan sonra buna benzer olan hatıraları yok ettim. İflah olmayacağım yoksa, bu ne canım?


Bir daha aşık filan olmayacağım. Zaten bu his sanırım tam aşk değil, coşup taşıyorum bazen, kabıma sığamıyorum, bu hislere de bir ad koymam gerek diyorum sanki. Amaan neyse ne, keyfimi bozamaz hiçbir şey..
Bu arada her acılı insan gibi (bunu şakadan genelledim :)) televizyona takıldım son zamanlarda. Sabit gözlerle seyrettim durdum birşeyler. Arada da ummadık şekilde güzel bir dizi yakaladım. Şimdi bu gençlik dizileri, yaz dizileri var ya pıtrak gibi çoğaldılar. Ben bunları kafadan aşağıladım, denk gelen yerde zapladım, içimden de sövdüm saydım, yalan değil. Ama sonra ön yargılarımı değiştiren bir dizi keşfettim o da, "Kavak Yelleri". Aslında Hırsız- Polis ten çok sevdiğim Dağhan Külegeç hatırına seyretmeye başladım, "Dur bakalım şu fırlama neler yapıyor, harcamasınlar çocuğu" şeklinde ablaca bir yaklaşımla :)
Sonra seyredince diziyi de sevdim, üzerinde emek harcanmış, şirin, iyi oyunculuk sergilenen eli yüzü düzgün bir yapım bence. ama yine de Dağhan' ı çıkarsan diziden pek birşey kalmaz. O sürüklüyor. Çok iyi bir oyuncu bence ve şeytan çekici bir çocuk.

Onu düşününce hemen Hırsız-Polis' teki şu diyalogu aklıma geliyor ve yine gülümsüyorum. Şöyle bir diyalog, bu dizide çete arkadaşları ile oturuyor, bunlar çete kurmanın suç olduğundan bahsediyorlar, bu çok şaşırıyor:

- Nasıl yani çete kurmak suç mu?

- Tabii oğlum.

- Ama hani birlikten kuvvet doğuyordu?

Şu naifliğe bakın, bir de nasıl şaşırmış bir suratla söyliyor bunu. Şirin, yamuk ağızlı şey :)

Ha televizyondan son bir not, şu garabet ötesi yarışma Güzel ve Dahi yi seyrettim ve kızları erkeklerden daha zeki buldum. Ayrıca bence her iki cinsin de aşağılandığı bir yarışma bu, sadece kadınların değil. Ve çok sıkıcı, eleştirmesi bile sıkıcı. Bir daha seyretmemekle yetineceğim.

Şarıkımızsa Coldplay den "Fix you".

When you try your best but you don't succeed
When you get what you want but not what you need
When you feel so tired but you can't sleep
Stuck in reverse.
When the tears come streaming down your face
When you lose something you can't replace
When you love someone but it goes to waste
Could it be worse?

Lights will guide you home
And ignite your bones
And I will try to fix you

Wednesday, July 11, 2007

Yok, birşey yok!


Doğuştan mı bu? Yetiştirilmemden mi? Doğuştan beynimin bir merkezi mi gelişmemiş? Ya da sonradan mı oldu? Daha az film seyretseydim, daha az kitap okusaydım, daha az hayalci olsaydım ne biliyim ailem beni farklı büyütseydi farklı olur muydu? Yoksa basit mi? Sadece yeme bozukluğum olmasaydı mı farklı olurdu? Sadece görüntüm daha güzel olsaydı? Diğerlerini acım sofistike olsun diye ben mi uyduruyorum? Hata nerde? Nerde katastrofik error vermişim ilk? Nerde? Allah bana direk doğarken Süleyman Turan rolü mü yazmış? Süleyman Turan kadın bile değil.. Kadın versiyonu kim onun? Ben oyum işte. Dişi bir Süleyman Turan olarak hayatımı sürdürüyorum. Ben mi istedim bu rolü? Daha mı konforlu geldi? Ne oldu? Nasıl oldu bu?
Ağlamamalıyım, ben profesyonel, ciddi bir işkadınıyım. Hahahaha..
Acaba 60 yaşımda da huzurevi arkadaşıma olan platonik aşkımı anlatıp ağlayacak mıyım? Abukluğu kesip ne olduğunu söyliyim değil mi? Platonik aşkım vardı ya, hani kendisiyle konuşup kendimi pek harika hissediyordum. Ortak bir arkadaşımız bir başkasından hoşlandığını söyledi bana. Normalde platonik aşkınız veya gerçek aşkınız bilemiyorum, başka birini sevse en azından sevdiği kişiden nefret etme lüksünüz olur ya, yani ne bileyim en azından sizin yerinize tercih edilen kişiye gıcık olabilirsiniz kıskançlıktan. Hah işte o lüksüm yok benim. Çünkü hoşlandığı da çok sevdiğim bir arkadaşım, benden küçük, bazen ablalık da yaptığım ve çok kalbini temiz bulduğum, takdir ettiğim biri.

Güzel di mi? Süleyman Turan rolümü de anlamışsınızdır artık. Polyanna olsa "ne güzel çok sevdiğim iki insan, birlikte mutlu olurlar, yaşasın" filan derdi herhalde, bu Polyanna yı ellerimle boğabilirim. Yani tabii ki mutlu olsunlar ama yahu içim acıdı işte. Ne yapabilirim ki.Ha bir de platonik aşkım, ortak arkadaşımıza masum masum, kızlara yakın davrandığını bunun da yanlış anlaşıldığını filan anlatmış. Kendimi salak hissettim.

Ya bir de bunlar lise derdi değil midir yahuu? Ab-ı hayat mı içtim? Nedir bu ebedi gençlik? Büyümem gerekmiyor muydu benim?

Neyse hezeyanlarım bu kadar.

Çamur un şarkısı gibi, "Yok, birşey yok"

MAY- AMANIN II

Madem "bizarre" filmlerden gidiyoruz bir tane de psikiyatrik bir film anlatalım. Psikiyatrik film diye bir tür yok evet, ben uydurdum. Şöyle demek istiyorum, insan psikolojisini (anormal insan) film inceliyor, analiz ediyor, sonuçlar çıkarıyor. Öyle ki kahramanın psikozunu tüm ayrıntıları ile anlıyoruz ve hatta bu psikoza sahip insan nasıl düşünür, nasıl davranır tamamen anlıyoruz. Mesela şizofren beyninin nasıl çalıştığını anlatan filmler gibi. Yani dünyasını, atmosferini öyle kuran filmler. Anlatabildim mi emin değilim ama denedim, kimse denemedim diyemez.:)
Filmimiz "May". Adını baş kahramanından alıyor. May küçükken tembel göz rahatsızlığı çeken bir çocuk. Yani bir gözünde göz tembelliği var ve kayıyor. Diğer gözü normal. Bunun deli saçması annesi çocuğa korsan bantı takarak dolaştırıyor. Küçücük çocuğun gözünde korsan bandı olursa ne olur? Ne olur değil ne olmaz? Arkadaşı olmaz. Hiçbir sosyal ortama giremiyor May, bu göz yüzünden. Annesi zeki ya, buna bir porselen bebek alıyor ve filmin kritik cümlesini söylüyor: "If you can't find a friend, make one." Yani arkadaş bulamıyorsan kendin bir tane yap. bebek de bu mantıkla yapılmış. May in tek arkadaşı bu porselen bebek oluyor.

Sonra filmde yıllar sonrasına May in 20-25 yaşındaki dönemine geliyoruz. Göz problemi büyük ölçüde düzelmiş, lens kullanıyor, genç güzel bir kız ama biraz garip, etrafındakilerle iletişim kuramıyor. Kendine özgü iletişim yolları var, henüz mutlu. Sonra birinden hoşlanıyor. Aynı yaşlarda bir çocuk. Bu da film işinde, kısa filmler vb çekiyor. Neyse bunlar tanışıyorlar. (O da ilginç bir şekilde) Çocuk da kızdan hoşlanıyor çünkü garip, değişik şeylerden hoşlanan biri. Beraber olmaya başlıyorlar bir gün çocuk kızı eve getiriyor ve bir kısa filmini izlettiriyor. Filmde çok mutlu bir çift var ama bir yerde çığrından çıkıp öpüşürken birbirlerini yemeye başlıyorlar, ne biliyim kız oğlanın dudağını koparıyor öpüşürken filan. Ama oğlan hiç şikayet etmiyor gülüyor, o da kızın parmağını kapıyor filan.. Kısa film bu tarz bir film. May buna bayılıyor tabii. Sonra gerçekte çocukla öpüşmeye başlıyorlar ve May çocuğun dudağını kanatıyor ısırıp, filmi görünce böyle birşeyden hoşlanacağını düşünmüş ama çocuk normal biri sadece fiction olarak garipliği seviyor gerçek hayatta başına gelince neye uğradığını şaşırıyor. (ehe çocukta kendimi gördüm filmlerde filan garipliği seviyorum ama gerçekte başıma gelse ayaklarım kıçıma değerek koşar kaçarım :)) Kızı terkediyor. May terkedilince hafiften film kopuyor kendisinde.Bundan sonrası spoiler..

----spoiler------öyle böyle değil çok pis spoiler--
Küçüklüğünde olduğu gibi arkadaş bulamıyorsa arkadaş yapmaya karar veriyor ve bunun için etrafında kendisini rahatsız eden insanları seçiyor. Her birinin beğendiği bir parçasını alıp - mesela birine bacakların çok güzel diyor, kız havaya girmişken kızı öldürüp bacaklarını kesiyor filan- kendine bir arkadaş yapıyor. Ölü beden parçalarını kullanarak. Kız dikiş dikmeyi de biliyor. Mesela eski sevgilisinin ellerini kullanıyor. Höh korkunç di mi? Ama sonunda eserine bakıyor ve bu beni görmüyor diyor. Ordaki acı bağırışı çok kötü ya "Seee mee" Gör beni şeklinde. Sonra görmesi için kendi gözünü makasla çıkarıp eserine ekliyor. Mutlu bir şekilde yanına uzanıyor eserinin, film bitiyor.
--- spoiler----

Şimdi bu film aslında "kör gözüm parmağına" film tarzının bariz bir örneği. (Bu laf da çok uyuyor :)) Normalde sevmem ben böyle filmleri. Ama bunda rahatsız etmedi. Batmıyor yani. Bir de anlatmak istediği mesele, hayatta hepimiz görülmek isteriz, bizi insan olarak, biz olarak gören, farkeden, varlığımızı onaylayan (illa pozitif anlamda değil) bir dünya istiyoruz. Pozitif anlamda değil demem de şundan bazı ekstrem şiddet vakaları da aslında bu görülme isteği sonucu oluyor bence. Nereden nereye diyeceksiniz ama Hrant Dink' i öldüren çocuğun da bence mesajı o, "Görün beni". (Bu tavrı onaylamadığımı belirtmeye gerek yok sanırım, sadece durumu analiz etmeye çalışıyorum.)
Görülmediğimizde, yok sayıldığımızda, iletişim yollarımız kesildiğinde olmadık tepkiler vererek bu güdümüzü tatmin edebiliyoruz. olumlu yolları da var tabii ki bence blog da onlardan biri.. İşte bu nedenlerle filmi sevdim. Ve tabii May rolundeki Angela Bettis süper oynuyordu, esas oğlan da "Six feet under" daki Brenda' nın kardeşi. O da iyiydi. Film görüntü yönetimi olarak da hoşuma gitti.
Korku filmi değil bu arada öyle algılanıyor ama "psikiyatrik" film işte, bana ne..
Hişş, görün beni :))

Sunday, July 08, 2007

Taxidermia- Amanınn!



Film manyağı olduğumu biliyoruz, onu koyun cebinize, bir de yeni şeyler ve henüz başkalarının keşfetmediklerini keşfetmeyi de seviyorum onu da biliyoruz, ekleyin, bir de acaipliğin, anormalliğin kolay anlam verilemeyen şeylerin ilgimi deli gibi çektiği bilgisini ekleyin, sonuç benim Taxidermia filmini sevmemden normal birşey olamaz. Ay ne yorucu cümle bu :) Hiç bitiremeyeceğim sandım..


Neyse bu zorlu girişten sonra Taxidermia ya geleyim. En son İstanbul film festivaline gelen bir film bu. Yönetmeni Gregory Palfi daha önce "Huckle" isimli film boyunca yaşlı bir adamın hıçkırdığı ve pek de konusu olmayan ama görüntüleri çok beğenilen bir film çekmiş bir insan. Hucle ı seyretmedim bu arada ama bulursam hemen seyredeceğim. Ben konusunu okuyunca özelikle yeme düzensizliğine dokunduğundan seyretme isteği duydum ama bir şekilde kaçırdım. Festivalde en çok istediğim filmleri bir şekilde kaçırıp kahrolma özelliğim vardır. Acıklı bir özellik.


Sonra tam ben bu filmi unutmuşken daha önce bahsettiğim ev film festivalinde seyrettim bu filmi. Gece 4 te.. Daha önce ardarda 6 film seyretmişken. Bunları vurguluyorum ki, kafamın bu filme başlarken ne durumda olduğu anlaşılsın, bana daha bir acınsın :)


Film üç kuşak sapkının hayatını anlatıyor. Dede, baba ve oğul diyelim biz bunlara. Dede uzak bir sınır kasabasında (sınır olduğunu belirten birşey yok, ben uydurdum :)) küçük bir askeri birlikte generalin emir eri.. En büyük zevki, kendini mumla hafif hafif yakmak, generalin karısını ve kızını dikizlemek ve nasıl olduğunu asla anlayamadığım bir şekilde telaffuz edemeyeceğim bir yerinden alev çıkarmak. Zaten filmde ilk o sahnede dumur oldum, dumurlarımın sonu da gelmedi :))


Neyse bu yaramaz tavşan dudaklı askerimiz bir gün kesilen bir domuzun üzerinde (domuzun kesilmesini aşama aşama detaylı görüyoruz) kendini tatmin ederken (oha) generale yakalanıyor ve orada tam anlaşılmıyor, bu aslında generalin karısı ile bir takım faaliyetlere girişmiş sanırım, general bunu kafasından tek kurşunla vurarak öldürüyor. Generalin karısının bir çocuğu oluyor, bu ikinci kahramanızım yani: baba, ikinci kuşak. Babanın sapkınlığı ise milletçe kabul edilen bir sapkınlık. Gerçek hayatta böyle birşey var mı bilmiyorum ama yeme yarışmalarına giriyor, yarışmacıların normal antreman koçları filan var, yiyorlar ve özel yapılmış yerlerde kusuyorlar ama bildiğimiz bir kusma değil bu şarıl şarıl akıyor, (Talisman' ın surat iyice geriliyor buralarda, acı çeken ifade yerleşiyor :)) Neyse yine böyle bir yeme yarışmacısı kızla evleniyor ve oğul dünyaya geliyor.


Oğulun sapkınlığı hepsini aşan bir şey, hayvanların içini dolduruyor ve filmin zirve noktası olan sapkınlık ise oğul tarafından gerçekleştiriliyor.Bunu yazmıyayım belki seyredecek olur ama acaip birşey acaipp.. İnanılmaz..
--- spoiler---
İstek üzerine spoiler veriyorum, filmi seyretmeyi düşünenler okumasın. Oğulun yaptığı şey kendi kendinin içini kendisi doldurmak. O ne bee demeyin, bir mekanizma hazırlamış, yukardaki fotoda var biraz, lokal anestezi ile kendi içini açıyor organlarını çıkarıp makinaya bağlıyor yani organlar çalışmaya devam ediyor dışardaki adam ölüp işi yarım kalmasın, sonra içini dolduruyor ve kendini dikiyor. En sonda mekanizma adamın kafasını koparıyor. Adam kendi kendinden Venüs heykeli yapmış oluyor. Bırrrr
---- spoiler----


Hala okumaya devam ediyorsanız, tebrik ediyorum, sorabilirsiniz, Bu ne? Neden sence güzel bir film? Manyak mısın? Psikopat mısın? Garip şeylerle ilgi çekmeye mi çalışıyorsun? Hemen cevaplıyorum, yok valla ne psikopatım ne manyağım, ben de sizin gibi insanoğluyum. Sadece insan aklının ve doğasının nelere kadir olabileceği üzerine kafa yormak hoşuma gidiyor, uçları yaşamak değil ama incelemek, yaşayan insanları değerlendirmek ilgimi çekiyor. ve bu film inanılmaz bir sinema deneyimi, bunca şeyi birarada ve bu çekim teknikleri ile görmemişsinizdir. Anlatımı benzersiz, görüntüleri benzersiz, konusu hepten benzersiz bir film.


Eğer suratınız limon yemiş gibi buruşmuş, mideniz bulanmış ve aklınız uçmuş bir şekilde 1,5 saat geçirmeye cesaret ederseniz bulunmaz bir sinema deneyimi yaşayacaksınız, bunu garanti ederim. Kusmayacağınıza garanti veremiyorum, bana küfretmeyeceğinize ise asla garanti veremem.


Öperim. :)


Not: Bu arada bu filmi çeken kişinin bu alttaki sevimli, normal insan olduğuna inanabiliyor musunuz? Alın o kuzuyu elindeeeen :))

Thursday, July 05, 2007

Kırmızı tişörtlü zibidi Part II


Yine genel müdürlüğe toplantıya gittim ben.. Bu sefer yabancılarla toplantı yapacağız enternasyonel bir olay söz konusu.. Yine mühim yani.. Ben yine pembe bir tişört geçirmeyi başarmışım üstüme ama bu sefer uslu kız olup onun üstüne de siyah bir gömlek giymişim, yakasız cinsten.. Sabah çıkarken de yüzüme güneş sütünü sürmüşüm 50 faktör, kokusundan dolayı da kendimi tatilde gibi hissedip mutlu olmuşum. (Pavlov olayı :)) Süperim yani, kıyafet de uygun loy loy şeklinde gidiyorum.

Neyse toplantı odasına girdim ben, baktım herkes benden önce gelmiş, şöyle bir bakıp neşeyle "Hiii" yani hayy şeklinde (yabancılar var ya) insanları selamlayıp oturmaya davrandım. Topluluktan genel bir puhahah şeklinde gülme efekti geldi. Anam dedim ne oldu, bu sefer siyah gömlek de giydik, açıkta bir yer mi var, tamam tişörtün yakası açık ama gülünecek kadar değil, ulaan kesin gömleği ters giydim diye düşünürken jeton düştü bende.. Meğersem daha yabancılar gelmemiş :)) Ben tümü Türk olan grubun içine "Hiii" şeklinde dalan sazan olmuşum. bu kadarla olsa iyi ben bu keşfimi yüksek sesle aynı departmanda olduğum arkadaşımla paylaştım: "Laan bunların hepsi Türk di mii? Hiç Macar yok yanii" şeklinde bir ifadeyle.. Ve toplantıda bizim eski Genel Müdür yardımcımız da var.. Allaahıımm. Normalde çekingen bir insan sayılırım bana neden en olmayacak yerde, üst düzey toplantılarda müthiş bir rahatlık geliyor? Yavşama katsayısı tavan yapıyor? Anlamak mümkün değil.. Hani utanmasam bir bacağımı diğerine yanlamasına atıp "bi çay koyun da içelim" filan diycem.. Off off.. Utandım biraz..

Sora dönüş yolunda ne oldu biliyor musun günlük (lise yılları ifadelerine dönüş) hoşlandığım biri vardı ya tesadüfen onunla döndük. Benim şu keşfimi paylaştığım arkadaşım, o ve ben dönüşte aynı arabada gittik. Bir ara kendimi çok mutlu hissettim, arabadayız dışardan rüzgar giriyor, saçlarım uçuşuyor, Mor ve Ötesi'nden "Sevda Çiçeği" çalıyor ve o da hemen önümdeki koltukta oturuyor. "İşte olmak istediğim yer" diye düşündüm. Yani hoşlandığın birinin yakınında nefes alması bile bir zevk verir ya insana öyle idi. Büyülüydü. Offf.

Sonra o işe gitmeden bir yerde yemek yememizi önerdi, yemek yedik. Gerçi ben yemekte birden ukala Talisman halimi alıp vırt zırt söylediği şeylere karşı çıktım, sunum konusunda konuşuyorduk çok pis sunum yaparım ben len moduna girdim filan yani beni kendini beğenmiş bir ukala dümbeleği olarak görüyor olabilir. Ama bilmiyom insan kasınca da tam kendi olamıyor ki..off off.. Bir de biz bununla böyle fırsatlarda düğmesine basılmış gibi vıdı vıdı konuşuyoz ama onun dışında hiiç iş içinde konuşmuyoruz. Of ya insanın tecrübesiz olması da kötü. Anlayamıyorsun bir sürü şeyi. Hayal gücü de aşıp gittiğinden ota boka anlam buluyorsun..
Ay neyse ben saçmalamaya başladım, susayım..:)
Bitiş parçası da Riverside dan, "Out of myself" olsun.. Off off durum vahim :)

I don't feel quite myself
I think I'm losing heart
I'm really scared of getting lost in real life
So please stop asking me for more
Let me get this straight
Let me get this right
You've just helped to get me out of myself
Not: Öykücü var ya (http://oykucu.blogspot.com/) benden esinlenip bir post yazmış, pek hoşuma gitti. Sağol Öykücü :))

Wednesday, July 04, 2007

Beni Asla Bırakma


Kitap dünyasıyla hafif marazlı bir tutku ilişkim olduğunu çıtlatmıştım. Bu tutkulu ilişkide beni en çok mutlu eden hallerden biri de kimse tavsiye etmeden, hakkında bir satır dahi okumadan, kitapçıda görüp beğenerek aldığım yeni (benim için yeni) bir yazarın kitabının çok güzel çıkmasıdır. Allahım nasıl sevinirim nasıl gururlanırım. Sanki o yazarı elinden tutup ben yazar yapmışım kadar hoşuma gider. Kendim keşfettim ya.. Çok mühim benim için.:) Geçen Cumartesi yine böyle bir yazar keşfettim. Şimdi tüm kitaplarını okumayı planlıyorum.

Yazarımızın adı: Kazuo İshiguro.. Kitabın adı ise "Beni Asla Bırakma"- (Never Let me Go)Önce kitabı ve alınış serüvenini aktarayım. Kadıköy' de Çiya dan çıkmış, (Çiya da ne biçim yerdir yaa, oburların masal diyarı) aylak aylak gezerken Alkım' a gelmiş buldum kendimi, girip biraz da bıkkınlıkla dolaştım, çünkü bence yeni ve güzel kitap çıkma oranı azaldı. Belki diyordum eskilerden birşey düşürürüm. Ama onun yerine sevgili çekiklerimden birinin yazdığı bu romanı buldum. Başta çok dikkatimi çekmedi ama arkasını okuyunca bir de içinden bir kaç cümle okuyunca tamamdır dedim, bu iyi gibi. Hiç de mahçup etmedi beni kitap. Sağolsun :)

Konusu şöyle: Hailsham adında bir yatılı okul var, şehirden uzakta ormanda izole bir şekilde öğrenciler ve gözetmenleri yaşıyorlar. Sanat dersine özel bir önem veriliyor. Öğrencilerin yaratıcılıklarını gösteren her iş ilgi çekiyor. Bu öğrenciler buraya nerden ve nasıl gelmiş, amaç ne, neden böylesi izole bir yerde kurulmuş bu okul bilmiyoruz. Anlatıcı okulda okumuş olan kız öğrencilerden biri. Şu anda 31 yaşında ve geçmişi hatırlıyor. Kitap ilmik ilmik örülmüş gibi. Öyle bir kurgusu var ki, yavaş yavaş okulu saran perde kalkıyor, bazen anlatıcıdan önce anlaşılıyor anlatılacak şey, bazen birşey çok şaşırtıyor. Ama gerilim veya merak duygusundan beslenen bir kitap ta değil. Daha çok insan ilişkileri ile ilgili dile dökülmeyen bazı noktalara değinmesinden hoşlandım ben. Bir de kitabın arkasında da yazan kaderini kabullenme duygusu. Dehşet veriyor bu bazen. Ama asla kitabın içindeki sırrı söylemem. Onun yavaş yavaş ortaya çıkışı güzel bir deneyim çünkü..

Yazara gelince Japon kökenli İngiliz yazar. Yani meraklısı rahatlıkla orjinalini tercih edebilir, Japonca dan çevrilmiyor adam direk İngilizce yazıyor.Ha bir de kurgusu yüzünden sanırım filmleştirilmeye çok uygun bir kitap, sonra araştırınca gördüm de adamın 3 romanı film olmuş zaten. Hatta biri çok ünlü. "Remains of the day" - Günden Kalanlar.(http://www.imdb.com/title/tt0107943/)

Bu amcamızı okuyunuz okutturunuz derim ve kendi başınıza keşfetme zevkinizi elinizden aldığım için özür dilerim. :)

Tuesday, July 03, 2007

Yeni keşif- Yeni güzellik


Paatos diye bir grup keşfettim. Çok güzel şarkıları var. Önce Holding On u beğendim şimdi de Absinth Minded a takıldım. Sözleri de, kadının sesi de, müzik de çok güzel..
(Absinth, %70 alkol oranına sahip içimi için özel ritüeli bulunan (esmer şekeri yakıp karamelize ederek içine döküyorsunuz shot için) çarpıcı bir içki. Sanırım Türkiye' de yok. Green Fairy deniyor kendisine. )
Sözler de burda, özellikle "Is there a place for me without you? Please tell me that it's so" yakarışı pek etkileyici..
Absinth Minded
What if I told you that my happiness is depending on you?
That all my fortune is asleep inside of your hands?
Would you believe me if I told you my true intentions?
Would you still look at me with an all sincere smile?

Is there a place for me without you?
Please tell me that it's so
Where would I be, what could I do without you?
If you would tell me that it's time to get out, time to move on
What direction would I choose? What would I do?

Graciously we fly
It's so quiet

Blinded by her, the great Misfortune
The moment she's gone it starts all over again
Blinded by her, the great Misfortune
The moment she's gone I'm down on my knees

Monday, July 02, 2007

Fitness mı? Gene mi abicim?


Evet ne olmuş.. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Belki güreşe doymamak için yeniliyorum paso :))
Hem neden bu sefer olmasın yahuu.. Umut etmenin bir limiti mi var? Bi katip var sizin umut etme defterinize bakıp "hımm bunu zibilyon kez denemişsiniz ama olmamış, buraya kadar artık kesin umut etmeyi" mi diyor? Döverim o katibi ben. Varsa da doğduğuna pişman ederim..Yok öyle birşey.
Umut ediyorum işte. Bu sefer düzenli spor yapmayı başaracağım. Buldum yeni spor merkezimi de. Hem eve yakın, hem gece giderken tırsmayacağım kadar merkezi, hem fiyatı uygun hem tenha hem çok aletli.. Yani sıra beklemem. Daha ne olsun. Üstelik hoca da öyle sevgi pıtırcığı, ilgi gösterme manyağı sahte gülücük uzmanı bi tip değil. Ben sevmem öyle devamlı burnumun dibinde dursun ilgi göstersin ay şöyle mi böyle mi desin.. Ben spor eğitmeninin, mesafeli, ciddi, işini bilen ve çok konuşmayanını severim. Ha bir de yakışıklısını.. :)) Bu amca üstüne yakışıklı da..Yok bu kadar lafı yakışıklı olduğunu belirtmek için etmedim. O sadece bonus. Göze hoş gelen birşey olsun. Yoksa yoktur hizmet sektörü fantezilerim :)

Herşey çok güzel olacak gibi sanki.. La la la la laaa..