Monday, July 27, 2009

Uzak mesafe ilişkilerinin avantaj ve dezavantajları


Önce dezavantajlarla başlayalım, yazı neşeli bitsin, di mi ama :)


Dezavantajlar:

1- Tabii ki en basiti, göresiniz gelir göremezsiniz. Dokunasınız gelir dokunamazsınız. Telefonu öpmek filan gibi rezalet durumlara düşer, insanlığınızdan utanırsınız. Uff çok kötü sahiden bee :)


2- Gördüğünüz sizi etkileyen şeyleri "aa bak" diye gösteremezsiniz. Teknoloji ile akraba olursunuz. Gördüğünüz ona göstermek için içinizin pır pır ettiği şeyleri cep telefonu ile çekip gönderirsiniz.


3- Basit gündelik yaşam detaylarını paylaşamazsınız. Ama bu eksiği doldurmak için de abuk subuk bir sürü detayı bilirsiniz. Mesela herkes bir diğerinin o gün yediği yemekleri, yatma saatini, abartırsak tuvalet rutinini bile bilir.


4- Yolda giderken telefonla konuşmaktan kolunuz ağrır. (Bu biraz yüzeysel oldu :))


5- Birbirinizin kötü yanlarına pek şahit olmazsınız. Zaten az görüşebildiğiniz için, o görüşmede hep en iyi taraflarınız ortaya çıkar. Avantaj mı ki yoksa bu? :)


6- Konuşurken mimik filan göremediğinizden bazen gereksiz alınganlıklar yaşanır.


7- Telefon denen şey artık telefon değildir. O bir sihir kutusudur. Ordan çıkan veya çıkmayan seslere göre çok mutlu da olabilirsiniz, çok mutsuz da. Hayatınızı artık o minicik manyak alet yönetmektedir.


Avantajları:

1- Hüzünlü filan bir durumdur ama tatlı bir hüzündür bee. Hele de hafif mazoşistik bir ruh durumuna sahipseniz halihazırda, çektiğiniz acı yanında tuhaf bir zevk de hissedersiniz. Zevk de değil de, ruh kamaşması gibi birşey. Kaşıyıp bir yeri yara yapmak gibi filan. Ya da yaranın kabuğunu kaldırmak. Neyse frene basalım burda, sapıtıyoruz :)


2- Uzun bir süre göremeyip tekrar gördüğünüz o an, o ilk karşılaşma mükemmel birşeydir. Mükemmel ötesidir. Bakışmalar, elini ilk tuttuğun an, ilk kucaklaşma.. Kafa yapar. Off gerçekten herşeye değer.


3- Aşk şimdi bence suicidial bir arkadaşımız. Yani aşk devamlı kendini öldürmeye çalışan bir şey. Çünkü aşık olunca insan maşuku devamlı dizinin dibinde dursun istiyor, her an her dakika beraber olmak. Her an her dakika beraber olunca da aşk yavaş yavaş tükenen birşey gördüğüm kadarıyla. Uzun mesafe ilişkisinde, çok fazla görmek istersin çünkü aşıksındır ama göremezsin, bu yüzden de aşkın bu "yanmak istiyorum, yanıp kül olsam da önemli değil, ben bir yanayım" diyen yanına mecburen set çekmiş olursun. O yüzden de ateş acı vere vere yanmaya devam eder.



Off offf, özledim a.q.




Wednesday, July 22, 2009

"Sübyancıyım ama para bende! " ya da "Mide Bulantısı"


Haberlerde okumuşsunuzdur. Halis Toprak ki kendisi 71 yaşında bir adam (?), 17 yaşında torununun çocuğu olabilecek bir kızla evlenmiş. Kızın rızası varmış, ailesinin rızası varmış, düğünde kız ağlamamak için kendini zor tutarken, kızın annesi ile babası çok neşeliymiş..
"Evlilik" sözkonusu olunca, yüzük takınca böyle birşeyi gerçekleştirebiliyor yaşlı bir adam. Allahım ne kadar, ne kadar ikiyüzlüyüz. Hüseyin Üzmez' e lanetler okuduk, ki ne kadar lanet okusak az o kaşları yüzüyle 90 derece olan pis mahlukata. Ama bu Halis Toprak' ın da bu işten böylece sıyrılıvermesi olacak iş mi? Tabii Hüseyin Üzmez' in yaptığı daha kötü gibi duruyor ama gerçekten bir karşılaştırma yapıp birine daha evla diyebilir miyiz? Biri 14 biri 17 yaşında. İkisi de çocuk. 17 yaşında da insan çocuktur. Kendisi asla kabul etmez ama öyledir.
Yani evlenmişler, kızın da ailesinin de rızası varmış diye susup oturacak mıyız? Evlilik bu olayın kötülüğünü örtüyor mu? Çocuklarımızı korumamız gerekmiyor muydu?
Neden kimse Halis Toprak' ı tutuklamıyor ki? Hüseyin üzmez sapık, Halis Toprak saygın işadamı mı şimdi? Son tahlilde durum bu mudur?
En, en anlamadığım şey Halis Toprak aslında burda. Yani bir insan kendisini istemeyen, tiksinen biri ile beraber olmayı nasıl ister ki? Çok mu naif bir soru bu? Kendini başka birşeyle eğleyemiyor mu? 71 yaşında bir adamdan bahsediyoruz. İlk başta kendi midesinin bulanması gerekmez mi? Bu sübyancılar nasıl mahlukatlar ki?
Ya kızın ailesi? Onları neden tutuklayan yok? Malezya ' da bilmem nerede küçük çocukları pazarlayan insanlar tiksinti ile karşılanıyorsa, bu anne babanın lanetlenmemesine neden, gerçekten iyi, karlı bir satış yapmaları mı?
İnsan hayatı bu kadar ucuz mu? Parası olan isterse 17 lik kız satın alabilir, isterse de 17 lik kızın başını gövdesinden ayırıp yine 17 yaşındaki kızı bundan suçlu tutabilir mi?
Tüm bunlar olurken dünya hiçbirşey olmamış gibi umursamazca dönmesine devam ediyor. Ben buna da şaşıyorum. Çok şaşıyorum.

Monday, July 13, 2009

Cinema Paradiso


Sevgili Virgilius insanı, tek kişilik bir kitap klubü kurarak, hepimize güzel kitaplar tavsiye etti. Passive Apathetic de hemen feyz alıp aynısını yaptı. Peki ben? Benim neyim eksik? Ben de yapmak istiyorum ama kitap yerine film yapayım ben. Daha zevkli geldi bana.. Herkese film seçeyim, meşrebine, tanıdığım kadarıyla huyuna suyuna uygun.. Bir de benim en sevdiğim filmler bunlar..Hemen başlıyorum:


İlk olarak bu işi başlatan Virgilius' uma gelsin bir film: "The man from earth". Virgilius yavrum, kendini bulacaksın bu filmde, geveze entelektüel :)


İki Gözüm Passive Apathetic' e , "I' am a cyborg but it is ok" ve bir de "Adam Resurrected" İlki muhteşem umut dolu ve eğlenceli, ikincisi de öyle görünmese de aslında umudu barındıran bir film. Özellikle ikinci insan onuru üzerine vurgu yaptığı için ve meseleleri Passive imin ilgisini çeker diye tavsiye edildi.


Ekmekçikızcııım' a, "Short Cuts" bence olay örgüsünü, kurguyu sever, belki de çoktaan seyretmiştir benim sinema aşığı arkadaşım.


Metin Bey' e kendi gibi elegan bir film: "Le fille sur le pont". Belli etmemeye uğraşsa da hayli romantik olduğundan seçildi. Ayrıca okuyorsanız acil şifalar dilerim Metin Beyciim. Çabuk iyileşin lütfen.


Sherlotte um, naif arkadaşıma da "Mirror Mask", sever diye düşünüyorum. Gizemli, ışıklı ve ayrıca büyüme hikayesi.


Sevgili Joa için madem aşktan gittik, pek latif bir aşk hikayesi tavsiye edelim: "Wristcutters"


Sevgili Esther' e de "Hedwig and the angry inch", kendisinin bir ara gay ikonu olma arzusu vardı, bu filmin ilgisini çekmemesi imkansız.


Ever ' ıma, Uzakdoğu sineması ile barışması için: "Zatoichy". Dur küfretme bak çok eğlenceli film. Mihehehe. Canım mantı çekti beee :)


Senaaaa' cığıma, "Coraline" animasyon seviyo, bi de stop motion sever mi bi bakalım..


Tavşen' e bi klasik verelim: "A bout de souffle" çoktaan seyretmiş olabilir tabii bu tarz sahibi filmi.


Noni' ye de olur da izlememişse, "Breakfast At Tiffany's " i tavsiye edelim ama seyretmediğine ihtimal vermem.


Bir de bir de mimim var benim. Ekmekçikızcım göndermişti. "Siz hangi kitabı okuduğunu gördüğünüz bir adamla/kadınla tanışmayı isterdiniz?" konulu bir mim.

Çok düşünmedim. Birinin elinde "Günlerin Köpüğü- Boris Vian" kitabı görürsem, çook ilgilenirim. Hele de "ülen ne saçma sapan şey bu" şeklinde değil de eğlenerek, duygulanarak, sonlarda ağlayarak okuyorsa (tüm süreci nasıl göreceksem :)) elimizde dört başı mamur bir "kafa insan" adayı duruyor demektir.

Bir de sanırım çocuk olmayan ama benim halen ara ara okuduğum çocuk kitaplarını okuyan yetişkinler görsem etkilenirim ama bunun olasılığı düşük. Bu kitaplara örnek: "Küçük Prenses", Comtesse de Segur un herhangi bir kitabı, Oscar Wilde 'ın çocuklar için yazdığı hikayeler..


Burayı okuyan herkese pas atayım. Evet, "Siz hangi kitabı okuduğunu gördüğünüz bir adamla/kadınla tanışmayı isterdiniz?"


Not: Yukardaki yakışıklı Boris Vian :)


Tuesday, July 07, 2009

Bülbülüm altın kafeste


Yine mesaideyim.

Etrafta bir takım ben gibi iş yapan arkadaş var, bir de mobilyaların filan yerini değiştiren işçiler. Mobilyalar oynatılırken ağlar gibi sesler çıkarıyorlar. Hani zemine sürtünürken olur ya. Bir hüzünleniyorum. Ama asıl hüznün altyapısını kuran Erkan Oğur. Kendisi şu an kulaklığımdan bana "Ben sana aldanamam yariim, ben sana dayanamam." diyor. Bu söylediğinde birşey yok da, türküye "Bülbülüm altın kafeste" diye başlıyor ya, orası mahfediyor beni. Bu türküyü dinleyipte kendini bülbülle özdeşleştirmeyen var mı acaba? Hele de mesaide. Altın kafes te işyeri elbette. Altın olduğu tartışılır ama basbayağı kafes işte. Biz de artık ötmeyi unutmuş bülbülleriz.

Alternatifi ne? İş bulamayıp evde ötmeyi unutmuş bülbül olmak mı? Bu daha beter. Peki öten bülbül nasıl olunuyor, şöyle güller içinde, kafeslerden azade, gülün üstündeki çiyi içip, şey yiyerek. Şey dedim çünkü bülbül ne yer hiç bilmiyorum. Benim romantizmim bu kadar olur işte, şey dedik kaldık. Çer çöp yer heralde, ot bok ne bileyim. Off bülbül filan olmam ben. Hay Allah iyi de gidiyorduk yahuu.

Neyse ne diyordum, iş işte altın kafes, çıkarın beni burdan. Mobilyayı oynatan işçiler de delirdi, resmen eziyet ediyorlar sıralara, masalara. Hepsi çığlık çığlığa şimdi. Daha az romantik söyleyecek olursak çok gürültü var, kulağımın ırzına geçildi. Erkan Oğur da susmuş, hemen "Zahit bizi tan eyleme" ye geçelim. Eveet çok güzel. Kalp atışını taklit eden herşey neden insanları vecde getiriyor ki? Ne ilkeliz değil mi? Yüzyıllar önce de aynı ritmlerle vecde geliyorduk, bugün de öyle. Dinler filan değişiyor arada ama bizim bu kendinden geçme sevdamız değişmiyor. Zikirden, daha öncesindeki şaman ayinlerinden filan bahsediyorum. Bu bilinç denen şey bize yük, anladım ben. Onu atıp kendimizden geçsek tamamız, süperiz.


"Biz ha isek siz de ha sınız

Siz hu iseniz biz de hu yuz

Haydan gelen huya gider. "


dedi Erkan Oğur şimdi. Tam ne demek istedi bilmiyorum ama hissettim, güzel bir şey söyledi.






Thursday, July 02, 2009

Sigmund Freud, Analyze This


- İşte ben kendimi farklı sanardım. Öyle yapanları da sıradan bulur, küçümserdim. Ama şimdi böyle hissedince...
- Peki Talisman, sana kendinin diğerleri gibi sıradan olmadığını düşündürten şey neydi?
- Ehhh şey yaniiiii been...

İşte budur. Psikiyatristler budur işte. Karşına geçerler gözünün içine baka baka, sinir sinir şeyler söylerler. Sıradan değilim dersin "neye dayanarak dedin bunu cicim" derler. İnsanı bozarlar, bazen hüngür hüngür ağlatırlar. (Zaten oturduğun sandalyenin hemen önündeki sehpada kocaman selpak vardır.) Verdiğin cevaptan tatmin olmazlar, seni didik didik ederler. Bir de bunun için para verirsin. Vaktiyle DOT tiyatrosu için dediğim gibi paramızla rezil oluyoruz, başka birşey değil.

Yine de psikiyatristime gitmeyi seviyorum. Muayenehaneye gittiğimde kendimi acaip rahat hissediyorum, bu aralar havalar da güzel ya, erken gittiysem balkona kuruluyorum, fesleğenler var onların başını okşuyorum, kitabımı okuyorum ya da kadının çeşit çeşit gezi dergileri var, onlara takılıyorum. Tabii ben de o kadar para kaldırsam ben de paso gezerim. Neyse sonra odaya geçiyoruz işte, konuşmaya başlıyoruz.

Çok garip bir ilişki biçimi dıştan bakarsan. Yani bir yabancıya acaip mahrem şeyler anlatıyorsun. Uzun süre bunu yapınca seni tanıyor, bir bakıma yakınlaşıyorsun ama hala yabancı ve yabancı da olmalı. Yabancı olmazsa zaten sana faydası olamaz. Yani çok mesafeli bir ilişki ama mesafeli bir ilişkide asla anlatmayacağın şeyleri anlatıyorsun. Arkadaş olmamak çok önemli ama, sonuçta o senin arkadaşın değil, muhabbete gitmiyorsun oraya. Arkadaşın değil derken kasılıp oturma anlamında değil tabii, çok da gülüyoruz filan bazı seanslarda ama yine de o mesafe var. Olmalı da. Ama mesela bu mesafeli ilişkide bir bakıyorsun, kadın önüne bir kitap almış sana kadın cinsel organını şemadan anlatıyor. Biraz komik bir durum. Ve seans bitince de ilişki orda bitiyor. Eskort hizmetine de benziyor aslında biraz. Biri bedeniyle seni tatmin ederken, diğeri beyniyle tatmin ediyor.

İşe yarıyor mu peki? Yarıyor ama doğru psikiyatristi bulman lazım. Yoksa daha beter eder. Biri için doğru olan senin için doğru olmayabilir. Benimkinin doğru olduğundan eminim. Kadın Haneke seviyor daha ne olsun. Gerçi Stephen King okumamı bir septom gibi görüyor ama ben kanımın son damlasına kadar savunuyorum Steph seni, merak etme.

Bu arada Haneke dedim de, yakın zamanda Benny's Video ' yu seyrettim. Harika bir film. Funny Games kadar olmasa da rahatsız edici ve yine şiddet pornografisini yerin dibine geçirdiği bir film. Ama o değil de, filmin sonunda adamla bir röportaj koymuşlar, çok hoşuma gitti. Bir kere Haneke öyle kasıntı, sıkıntılı filmleri gibi daraltıcı bir adam değilmiş, bilakis neşeli, canlı, hoşsohbet bir insanımız. Filminden heyecan duyduğu belli ve çok çok aklı başında. Bir filmin herhangi bir yargıya varmak için süresinin çok kısa olduunu söylüyor mesela, herhangi bir insanla ilgili soruya 80 dakikada cevap veremem o yüzden sorularla uğraşıyorum diyor adam. Soru soruyor, sorduruyor. İnsanın beynini mıncıklıyor. Üstelik bunu bir zerafetle yapıyor asla istismar etmeden. Bir de fotoğraf çekenlere giydirdi, tatillerde hiç fotoğraf çekmem diyor, insanlar gördükleri güzelliklerin fotoğrafını çekerek onlara sahip oldukları illüzyonunu yaşıyorlar diyor. Süper yorum. (Gregor bence sana bundan ekmek çıkar, bilirim Ifsak' çılar nefretini :))

Bu arada amma daldan dala atladım :) Psikiyatristimle ilgili aktaracağım son anekdot, ona geçen postumun konusu Nida ve Milliyet' ten bahsettim, gene dayanamayıp sehpadan bir mendil alıp ağlamaya başladım. "İzledin mi peki?" diyo sordu, evet deyince de, "Neden kendini korumuyorsun Talisman?" dedi, "Neye güveniyorsun, ne güvencen var? Ne güvencemiz var?" dedi, bunu söylerken de gözleri sulandı kadının. Yani psikiyatristini ağlatmayı başaran sulu zırtlak hasta olarak tarihteki haklı yerimi de istiyorum. Ayrıca söylediği mantıklı idi, pek korunmasız duruyorum, güvende olduğumuz illüzyonunu çok fazla deşeliyorum ve bu sendelememe sebep oluyor. Yani şiddeti düşündüğünde o hayatına girmiş oluyor zaten. Geçmiş olsun. Tabii ki toz pembe bir dünya hayal ederek salakça sırıtarak yaşamak değil ama şiddetten beyni de korumak gerek.
Şiddeti çok düşünerek, normal gündelik hayatında lazım olan enerjiyi de şiddet duygusuna emdirmemek gerek.
Not: Foto, evdeki duvarımdaki sticker. Straight bi insanım ama yine de Arwen, bence Yüzüklerin Efendisi' ndeki en güzel şey.