Thursday, September 24, 2009

I Amsterdam


Off off döndüm iştee..

Çok güzeldi tatil. Nerden başlasam nasıl anlatsam gerçekten bilmiyorum. İyisi mi bodoslama dalayım.

Tatile yakın arkadaşlarımla çıktım, 7 kişiydik toplamda. Amsterdam' a gidiş için herkes havaalanına zamanında geldi, bir ben geç kaldım. Sonunda bagajsız sırasına girdim. Kadına da saf bir yüzle, "bununla uçağa binebilirim di mi" dedim bavulumu göstererek, kadın "yuhh artık" anlamına gelebilecek bir bakış attı. Yok dedi, büyük bu bavul, bunun üzerine bir çizmeli kedi bakışı attım, kadın da tamam tamam ben geçireyim sizin bavulu dedi. Yoksa kalacaktım havaalanında. Evlerden ırak.


Neyse kapağı attık uçağa, uzatmıyım Amsterdam' a geldik. (hızlı geçiş :))


Valla ben şehri görür görmez sevdim. Bir kere insana bir genişlik hissi veriyor. Yollar geniş, araba yok, egzos yok, apartman yok, yani evler çok da, bildiğimiz manada çirkin apartman dairesi yok, evlerin hepsi çok güzel. Kanallar güzel, yeşillik bol, parklar güzel. İnsanlar güzel. Harbi güzeller ve çook bakımlılar. Bir tane kılıksız adam yok sokakta. Şımşıkır giyinmişler, bisikletlere kurulmuşlar. istisnasız herkes zayıf, herkes uzun. Direk komplekse kapıl, öl yani, o derece.. Heheheh abarttım biraz. Hemen birşey dikkatimi çekti, çok fazla aktif yaşlı var. Ve onlar da zayıf ve fitler. Sinir şeyler. Herkeste genel bir genişlik var. Böyle bir huzur bir düzen. Bizdeki kaos yok. Yani İstanbul' da kapını evinden dışarı attığın an seni içine alan bir "şey" vardır. Tam ad veremiyorum. Yani çıkar çıkmaz strese ve keşmekeşe, harekete çıkarsın. Burda o yok. İş günlerinde bile koşturmuyor tipler. Gerçekten gıcıklar. Zaten 4 te de mesaileri bitiyormuş, öğle de atla bisikletine o park senin bu coffe shop benim dolaş. O güzel kafayla da işe git filan. Ahhh direk dayaklıklar.


Neyse geçelim kıskançlığı. Gelelim neler yaptık neler ettik olayına. önce otele yerleştik elbette. Otelin yeri de çok güzeldi, merkeze yakın, yeşillikli, sevimli bir otel. Sonra da kendimizi sokaklara attık. Arkadaşlarımdan çoğu yani dördü, daha önce Amsterdam' a gelmişti, hatta bir kaç kez gelmişler o yüzden çok iyi biliyorlardı şehri. Onlar gezdirdiler sağolsunlar. Otel Leidseplein' da idi. Önce Leidseplein ' ı bir gezdik, peynirli mantarlı pancake yidim, pek güzeldi.


Ordan kalktık, arkadaşlarımdan 3 ü ile beraber bir coffee shop'a girdik. İşte oturduk, içiyoruz. Ben kısa bir süre sonra bir güzelleştim. Kikirdemeye filan başladım. Sonra arkadaşlarım beni uyardı, "Bak Talisman, çok ileri gitme, sonra Amsterdam' dan bir şey anlamazsın, hatırlamazsın bile, müzelere filan da gidemezsin" dediler. Ben bir diklendim. "Yook canıım, gidicem müzelere gezicem de" filan dedim. Tamam dediler, ilerleyen zamanda ben iyiden iyiye güzelleştim, sonra arkadaşım uyarısını tekrarladı, "Bak Talisman Amsterdam' dan birşey anlamayacaksın, dur" dedi, benim tepki zaman içinde şöyle değişti: "Eeehh sokarım lan Amsterdam' aaa" böyle dedim ve koptuk.. Zaten ota boka gülüyoruz. Neyse uzatmıyım sonunda ayıldım ben, hatta çikolata almaya bile gittim kii, bu iyi bir başarı o sırada. Sonrasında iyiden iyiye ayıldık.


Dolaştık, yemek yedik, sonra meşhuur Red Light District' e gitmeye karar verdik. Gittik, çok bi numara yok orda. Bilinen kadınların vitrinde durma olayı biraz sarsıcı ama. İnsan tuhaf oluyor. Yani hepimiz kendimizi satıyoruz bir biçimde, beynimizi çoğu zaman ama yine de kendini bir mal olarak vitrine koymak? Biraz ağır geliyor. Bir de kızlar çook güzeller, al getir Türkiye' ye, dizilerde oynasın şöhret olsun anasını satiyim.


Arkadaşlarımın içinden biri, sevgili B. Amsterdam' ı avucunun içi gibi biliyor. Nerde ne yapılır, kucak dansı en iyi kız hangisidir ve kaç dakika danseder, nereye nasıl gidilir kısacası herşey ondan soruluyor. Hatta sevgili bir başka arkadaşım D.' nin deyimiyle, "Am demeden Amsterdam ı biliyor." :)) İşte o arkadaşım dolaştırdı bizi Red Light' ta. Sokakta genel olarak bir dekadans havası var. Ama buna rağmen hiçbir taşkınlık filan yok, gereksiz bir abazalık filan da yok. Batmıyor yani, öyle ilginç ki.


Neyse sonra bir live show' a gittik. Live show' da çeşitli kızlarımız ve erkeklerimiz sahnede halvet olurken biz izliyoruz. Kulağa geldiği kadar "dirty, wicked" birşey değil. Şöyle izah edeyim, normal bir tiyatro gibi, yani mesela tek başına bir kadın olarak da gitsen sıkıntı çekmezsin, kadınlı erkekli bir izleyici kitlesi var. Asla rahatsız edilme durumu yok. Bizim iki film birden' ler gibi değil. Neyse biz girdiğimizde vajinası ile puro için bir ablamız gösteri yapıyordu. Sonra dediğim halvet olaylarını filan izledik. Çok acaip birşey söyliyim, seyredilen şey insanı zerre tahrik etmiyor. Yani bu "ay insan içindeyiz" filan sakınması da değil. Asla bir seksüel duygu uyandırmıyor. Yani inanması güç olabilir iki adım ötende birileri halvet olurken heyecanlanmamak ama yok işte. Olay tam olarak bir sportif gösteri gibi. Bir de onun da garip bir yönü var. Yani Roma' daki arenalar mantığında birşey aslında. Birilerini seviştir ve izle. Dekadans azizim. :) Ama eğlenceli. Kötü değil yani, no big deal. Dediğim gibi sıfır taşkınlık, sıfır rahatsız etme. Ordan da çıktık, zaten pilimiz de bitti. Az daha oturup direk yattık.


Birinci bölümün sonu.. :)


To be continued.

Friday, September 11, 2009

Amsterdaam


Bayramda yolcuyum. Tüm gelenek göreneklerimizi ayaklar altına alarak, Amsterdam' a gidiyorum.

Daha önce giden, gören, "aman şunu yapmadan dönme", "şunu yemeden dönersen aklın kalır" , "sakın şuraya gitme" diyen çıkacak olursa memnuniyetle dinlerim.

Öperim.

Thursday, September 03, 2009

Oblomov


"Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmekten geri kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanır. Başkalarının zengin, hareketli hayatını kıskanır, kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık, zavallı bir keçiyolu gibi görür. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş bir çok yetenekler olduğunu acı duyarak sezmektedir. İçi yanarak anlar ki, onda gömülü kalmış iyi ve güzel birşeyler vardır. Belki çoktan ölmüş, ya da bir dağın derinliklerindeki altın gibi saklı kalmış olan bu hazine çoktan meydana çıkmış olmalıdır ama öyle derinlerde kalmış, üzerine öyle pislikler yığılmıştır ki…


Sanki dünyanın ve hayatın ona verdiği nimetleri birisi çalmış ve yine kendi ruhunun derinliklerinde bir yere gömüp bırakmıştır. Sanki bir güç onu hayat meydanına atılmaktan, iradesini ve zekasını alabildiğince açılıp harcanmaktan alıkoymaktadır. Sanki gizli bir düşman, daha yola çıkarken onu ağır eliyle yakalamış, insanlığın doğru yolundan uzaklara fırlatmıştır…"


Şu anda tam böyle hissediyorum.
Not: Oblomov' un hırkası resimdeki gibi değildi büyük ihtimalle :)