Thursday, August 27, 2009

Küçelere su serpmişem


İş bu yazı, Passive Apathetic kardeşimin şu yazısının üstüne "küçelere su serpmişem" türküsünü hatırlamam üzerine yazılmıştır.


Biz küçükken yaz tatillerimiz köyde geçerdi. Öyle yaz tatilinde denize gidilsin, tatil köyü ayarlansın muhabbeti filan zinhar yoktu. Hem maddi güç bakımından hem de akla gelmeyen bir alternatif olduğundan.. Çünkü temelde köyle organik bir bağ vardı, şehire okumaya gidilinirdi. Eh okul yoksa da köye gider evinde otururdun, başka ne olacağıdı ki? Keyifliydi köyde olmak. Hem de gerçek anlamında keyif. Şimdi otu boku tanımlamak için şapşalca kullanılan bir kelime olarak keyif değil. Ben sıkılırdım gerçi ama bu köyün kabahati sayılmazdı. Kendimi bildim bileli sıkılırım ben. Köyde daha da sıkılırdım. Boyuna kitap okurdum. Evde deli bir kitap bolluğu vardı. Her çeşidinden. Ama ailem bundan pek memnun değildi. Kitap okumamdan değil de kitap okumak dışında hiçbirşey yapmamamdan muzdariptiler. Benim asosyal, garip bir mahluk olacağımı, hayatı bilmeyeceğimi filan düşünüyorlardı muhtemelen. Haklılardı da, gerçekten öyle oldum.


Tedbir olarak buzağıları verdiler bana. Onları otlatıyordum. Seviyordum buzağıları ama yine sıkılıyordum. Az da tembeldim üstünüze afiyet. Bunlar ahırdan çıkınca deli gibi olurlardı. Ömrü hayatımda gördüğüm en gerçek ve büyük coşku, bu hayvancıkların ahırdan çıktıklarında gösterdikleri coşkudur. Ele avuca sığmazlar ve cidden bu coşkuyu nasıl göstereceklerini bilemezler. Önce gözlerine bir deli bakış gelir sonra delice hoplarlar, çifte atarlar, bir oraya bir buraya koşarlar. Tamamen koşup gözden kaybolmamaları için senin de oraya buraya koşman, hayvanları belli bir sınır içinde tutman gerekir. Çünkü tutsaklıkları yıllanan inekler evlerini bilirler ve kuzu kuzu ahıra dönerler ama bu küçümenler henüz bir ahıra dönmeleri gerektiğinin bilincinde değillerdir. Tabii yapılan çok zalimce birşey de değil, kaybolurlarsa gene kendileri zarar görür. Ya açık bir tarlaya dalar, yemekten çatlarlar, (İneklerde doyma güdüsü yoktur, ölene kadar yerler, çok dikkatli olmak gerekir dolu tarlaya girmemeleri için.) ya da yiyecek bulamazlar açlıktan ölürler. Ya da bu benim savunmam, bilemiyorum :) Her neyse dediğim gibi, baya yorarlar insanı, ben de tembel olduğumdan bu dana olayı da gererdi beni.Genel bir sıkıntı içinde dolanırdım.


Bu sıkıntı içinde çok mutlu olduğum bir saat vardı ama. Her gün akşam, daha ortalık tam serinlememişken, köyde herkes kapısının önüne çıkardı. Ve kapının önünü sulardık. Allahım nasıl güzel kokardı toprak. Toz yatışırdı, sanki yaz sıcağı tüm gün üstüne binmiş te, o toprak sulandığı anda üstünden inmiş gibi olurdu. Mükemmel bir dinginlik. Herkes hafif sırıtır, kapının önünde muhabbetler başlar. Bazen çay eşlik eder, çoğu zaman da çekirdek yenir. Çocuklar gene yukarda anlatılan buzağılar misali koşturur. Herkesin üstüne bir huzur gelir. Toprak az kurumayagörsün, hemen suyu dayarsın tekrar, toprak kokusu düzenli aralıklarla yükselir. Taa ki hava kararana dek. Hava kararmadan hemen önce de inekler otlaktan gelir zaten. Koşturmaca gene başlar.


Bir de güzel bir Azeri türkü vardır. Ezginin Günlüğü' nün açık ara en iyi albümü "Alagözlü Yar" da vardır. "Beş katlı evin altıncı katı" isimli güzel bir Azeri romanında da geçer bu türkü: "Küçelere su serpmişem"

Küçe sokak demektir ve ben bu türküyü her dinleyişimde, bu kapı önü sulama ritüelimizi hatırlarım, burnumun direği sızlar.


Şöyle gider türkü:
küçelere su serpmişem

yar gelende toz olmasın

eyle gelsin eyle gitsin

aramızda söz olmasın


samavara od salmışam

istekana gend salmışam

bir haftadır tek galmışam

ne ezizdir yarim canım


piyaleler ıraftadır

her biri bir taraftadır

görmemişem bir haftadır

ne ezizdir yarim canım


Sevdiğin, sen geldiğinde toz olmasın diye sokaklara su serpiyor. Ben burda susarım, daha da konuşmam.


Friday, August 21, 2009

Carrie


Bir kaç gün önce moralim çok bozuktu, nedeni belirsiz pis sıkıntılardan. Eve geldim. Kendimi teselli edecek birşeyler aradım. Kitaplara baktım çünkü teselli olmak için sevdikleri ile konuşan bir tip değilim. Bahsetmişimdir, canım sıkkınken çok yabanıl bir hal alırım, kendi kendime kalmak isterim. Ama kitapların arkadaşlığına da hayır demem.
Ufak kitaplığıma baktım, tüm bir rafı kaplayan Stephen King' lere ilişti gözüm. Tamam dedim, ilacım bu benim. İçim böylesi yıkıcı bir hisle doluyken, baştan aşağı yıkıcı şeylerin anlatıldığı bir kitap, çivinin çiviyi sökmesi gibi benim içimdeki negatifliği alır dedim. Aslında bundan da ziyade insanın bir aynaya, yankıya ihtiyaç duyması gibi birşey bu. Bu da benim kendimi ifade ediş biçimim. Kime? Belki kendime.
Neyse baktım ve en çarpıcılarından birini seçtim. Hikayenin başladığı kitap. Stephen King hikayesinin. 27 yaşındayken yazdığı ilk romanı: Carrie. Bu roman, en iyi romanı değildir, dili iyi değildir, en korkuncu değildir. Peki neden çarpıcıdır? Çünkü çok çok ilkeldir. Direk en temel güdümüzü hedef alır.
Romanın başrolünde Carrie yoktur aslında. Başroldeki şey kandır. Türlü çeşit kan. Yardımcı oyuncu da kadınlıktır. Kan ve kadınlık. Bu romanın özeti budur benim için.
Bilmeyenler için konusunu kısaca anlatayım: Carrie, telekinetik güçleri olan (nesneleri dokunmadan hareket ettirebilme) , olağanüstü dindar, bağnaz annesi ile yaşayan bir ergen. Carrie okulda bir alay konusu çünkü sarsak ve bakımsız. Annesine göre herşey günah olduğu için, giysileri normal çocuklarınki gibi değil, yine annesi ona toplum içinde davranışlarla ilgili hiçbir şey öğretmediği için çok çekingen. Her fırsatta alay ediliyor, gülünüyor.
Okulu beden eğitimi dersi için kullanılan duşunda ilk kez adet görüyor fakat annesi ona adet kanamasını da anlatmadığı için öleceğini sanarak ağlamaya başlıyor. Diğer kızlar bunun üzerine Carrie ile alay etmeyi abartıyorlar. Üstüne pamuklar, tamponlar atıyorlar, delirmiş gibiler. Carrie' yi beden eğitimi öğretmeni kurtarıyor. Sonradan bu durumu tekrar değerlendirip pişman olan kızlardan biri, erkek arkadaşından Carrie yi meşhur yıl sonu balosuna davet etmesini istiyor. Ama Carrie' den nefret eden diğer bir kızın da baloda Carrie için hazırladığı bazı kötü süprizler var. Gerisini anlatmayayım. Ama balodaki bu kötü süpriz Carrie' nin telekinetik güçlerinin korkunç boyutlarını gösteriyor.
Şimdii kanın ve kadınlığın başrolde olmasını analiz edebiliriz.
Roman zaten adet kanı ile başlıyor. Normalde hemen pedle , tamponla kontrol altına alınan ve herkesten gizlenen adet kanı, duşta herkesin gözü önünde kontrolsüzce akıyor. Bunu gören kızlar deliriyorlar, toplumsal öğretilerle baskıladıkları ilkel benlikleri kanı görünce ortaya çıkıyor. Ve ilkeller gibi kanın sahibine saldırıyorlar.
Annesi Carrie' ye hiç bir zaman kadın olmayı öğretmemiş. Adet kanını bile bilmiyor. Annesi göğüslerine "kirliyastıklar" diyor. Bol elbiseler giydiriyor. Kızının cinsiyetini tamamen yadsıyor. Ama buna doğa izin vermiyor. Carrie' nin adet kanı onun kadınlığının mecburi nişanesi. Yani Carrie' nin kadın olduğunu kendisi de annesi de ne kadar yadsırsa yadsısın, Carrie bir kadın. Bu bir lanet gibi algılanıyor annesi tarafından. Tüm olayları dönüm noktası da bu. Carrie' ye kadınlık yaramıyor.
Arada flashback lerle annesinin kendi gençliğinde kendi kadınlığı ile nasıl mücadele ettiği ve mağlubiyetini görüyoruz. Annesi Carrie' nin doğumuna sevinemiyor çünkü çocuk doğurması da kendisinin kadın olduğunun silinemez kanıtı. Bundan hoşlanmıyor. Çocuk kadın için "düzüştüğünün" göstergesi ve evli olsun olmasın, bu gerçek kadına utanç veriyor. Anne püriten ahlak anlayışının abartılı bir figürü.
Annenin Carrie' yi evde doğurduğunu görüyoruz. Utancını kimseye göstermek istemiyor. Çığlıkları üzerine evine girenler anneyi kanlar içinde buluyorlar, göbek bağını da kadın kesmiş. Doğum olayı da bol kanla resmediliyor.
Carrie annesinden farklı, o kadınlığı ile barışmaya kararlı. Bu nedenle kendisini baloya davet eden çocuğun sadece acıma ile bu teklifi yaptığını bilse de kabul ediyor. Çünkü insan içine kadın kimliği ile çıkmaya kararlı. Annesini de korkutan telekinetik gücünden çok bu kadınlık ile barışma olayı. Kızını bu kadın olma halinden korumak için akla gelmeyecek şeyler yapmış biri o. Romandaki ifadeyle "Kara Adam" ı yenen, içinden çıkaran yine o. Kızının
çabaları onu dehşete düşürüyor.
Carrie baloya kendi diktiği güzel bir elbise ve yakışıklı bir kavalye ile gidiyor. Roman klasik, çirkin ve gözlüklü kızın bir kuğuya dönüşerek mutlu sonla hikayesini sonlandıracak gibi akarken birden devreye yine kan giriyor. Hem de bol bol kan. (burada ayrıntı vermeyim spoiler olmasın) Kanın tekrar sahne almasıyla insanlar yeniden ilkelleşiyor. Bu ilkelliğe Carrie' nin tepkisi ile tam anlamıyla küçük bir kıyamet yaratma oluyor.
Aslında Carrie romanı tam anlamıyla bir porno. Şiddet ve kan pornosu, en hardcore' undan. O yüzden de süper bir roman değil, biraz seviyesiz açıkçası. Ama zevkli. İnsanın moraline iyi gelmesinin de sebebi bıraz bu. En ilkel formuna dön azıcık ve azıcık rahatla. Tabii abartma, toplumsal kimliğine de çok geçmeden geri dön.
Ben nitekim romanı tekrar bir çırpıda okuduktan sonra kitabı annemin kucağına atarak, "romanda kız annesini öldürüyo hehehe" şeklinde gülerek toplumsal kimliğime geri döndüm. Annem de "bıktım sizden de bu manyak adamdan da" diyerek tepkisini ortaya koydu.
Uyum içindeydik..

Wednesday, August 12, 2009

Ah efendim



ah efendim

önemi yok halimin

seyredem hayret ile şu alemi

ne bilinir kıymet ne kıyamet

allaha emanet ne gelir elden

ne sahibim bu yerde ne kiracı

sadece bir ömürlük misafirim ben


Ben büyüyünce Erkan Oğur olmak istiyorum. Gene getirdi koydu o yaşı gözüme, ne düşer ne kurur. Nasıl bir nefestir bu.


Bir gün arkadaşlarla beraber Büyükada' da bir konsere gittik. Erkan Oğur ve İsmail Hakkı 'nın konseri. Aya Yorgi vardır ya, oraya çıktık. Güneş batıyordu, konsere gelen insan sayısı azdı, sahne filan yoktu. Sanki evimizin bahçesine gelmişler bir grup dosta konser veriyorlar gibi bir hava. Manzara muhteşem, müzik muhteşem. Herşey öyle güzeldi ki. Çoktandır dinliyordum onları ama canlı dinlemeye bayıldım. Bir kere öyle huzurlu herifler ki. Hele Erkan Oğur. Aşmış gitmiş. Usul usul konuşuyor şarkı aralarında, telaşsız acelesiz, sanki tüm dünyanın tüm zamanı onun gibi. Zamana güveniyor adam. Onu bekleyeceğinden emin. Mutlu bir de. Ama öyle debdebeli, şaşaalı bir mutluluk da değil, sakin, yetinen bir mutluluk. Çok sahici.


Erkan Oğur' la arkadaş filan olmak değil, o olmak isterdim.


Şimdi abuk subuk bir iş yaparken "Bir ömürlük misafir" gene beni aldı götürdü. Yolculuktan biraz sersem ama mutluyum :)


Resim ne alaka bu yazıya bu resim olur mu derseniz, saçımı böyle kestircem, herkes bilsin istedim. Bob cut' mış bu, hadi Allah utandırmasın ne diyelim.

Monday, August 10, 2009

Ordan, burdan


--- "Seni o kadar çok sevdim ki" filmini seyrettim. Başta çok güzel başladı. "Oğlunu öldürmek gibi korkunç bir suç işleyen biri ile de empati kurulabiliyor mu yoksa len?" gibi ilginç bir soruyu sordurmayı başardı. Ama cevap o kadar basmakalıp ve insanları rahatlatmaya yönelikti ki, sonu tüm tadı alıp götürdü. Cevap şuymuş: " Ama o oğlunu, oğlunun iyiliği için öldürmüş akıllım, yani canavar değil azizeymiş. Şimdi huzurlu hayatına geri dön, korkulacak birşey yok, hala canavarlar ve azizeler var. İkisinin arasının kafanı karıştırmasına izin verme." Oldu. Peki.

--- Nazlıcan' ın bana ettiğini gördünüz mü? :) Bir kaç post önce kızı kurban olarak kurarak bir post yazmıştım fakat kız mini boy bir "Hürrem Sultan" çıktı. Halis Toprak' ın kötü anlaşmaya imza atmış zevcesinden bahsediyorum. O iştah ve hırsla 71 yaşında biri ile evlen, ertesi haftası adamın donuna kadar alsınlar. İlahi adalet deyip ellerimi ovuşturacak değilim, olay trajikomik bir vodvile dönüştü. Daha fazla deşmek yakışmaz insana.

--- Yeğenime hastayım, o da Cevahir' e hasta. ben ne kadar Cevahir Alışveriş Merkezi' nden nefret ediyorsam o da o kadar oradaki oyun parkını seviyor. Oyun parkının adı "Atlantis". Şöyle bir diyalog geçti aramızda:
- Teyze, Atlantis nedir?
- Atlantis kayıp bir kıta tatlım.
- Kayıp kıta ne demek?
- Yani , eskiden Atlantis diye bir kıta varmış ama sonra batmış ve kalıntıları da bulunamamış. Kayıp kıta deniyor o yüzden..

Ertesi gün:
- Teyzeee, ben neden Atlantis adını verdiklerini buldum oraya.
- Neden?
- Yani "Atlantis sadece Cevahir' de var, başka yerde kırıntısını bile bulamazsınız burdaki eğlencenin" demek istiyorlar.

Deli gibi güldüm ben buna, en tatlısı da kalıntıların kırıntı olması :)

--- Güzel şeyler istiyorum hayatımda. Yani genel hatlarında birşey yok zaten de, ayrıntılar son günlerde biraz kısır. Güzel kitaplar, güzel filmler, güzel müzikler, güzel görüntüler, güzel kokular istiyorum. Daha önce bu konularda daha çok beslenebildiğim bir çevrem vardı, artık yok. Beni besleyin lütfen. Güzel şeyler bulsun vuku.

--- Beslenmek dedim de aklıma geldi, kilolu insanlara tavsiyem var, eğer size kilo ile ilgili laf eden kişi sigara içiyorsa hemen "sen neden sigara içiyorsun o zaman?" diye sorun, biliyorum biraz ortaokul kafa yapısı ama işe yarıyor, sizi rahat bırakıyorlar. İradesizliğin görünür olması ve daha zor görünür olması ile ilgili bir durum bu. Ortaokuldan ilkokul seviyesine inme pahasına, "yemek yemek uyuşturucu gibi birşey, isterseniz eroine başlıyım, o zayıflatıyor, hem de aynı mantık" deyin. Tam bir sessizlik elde ediyorsunuz. Biraz çocuksu ve gülünç ama ne yapalım.

---Böyleyken böyle, hişş cidden besleyin beni yaa, kitap, müzik birşey tavsiye edin.


Not: Hugh Jackman gelip de "ee benim fotoyu niye koydun, alakasız yere?" derse cevabım şu olur:




Wednesday, August 05, 2009

Anti Depreş


Bir süredir anti depresan kullanıyorum ben.
Şimdi benim derdim obsessive compulsive lik. Böyle havalı durduğuna bakmayın gayet paçoz bir şey. Özeti şu, beynin o sırada aklına takılan şeyin peşinden bokunu çıkarana kadar gidiyor. Yani takıldın mı takılıyorsun. Ne bileyim mesela yemek takıntın varsa (ki benim var) 24 saat yemek düşünüyorsun, yesen de yemesen de. Yani yemeyi de düşünebilirsin yememeyi de, ama aklında oluyor hep. Ya da mesela birşey yapmaya başlıyorsun diyelim dizi izliyorsun, bokunu çıkarana kadar aynı şeyi izliyorsun. Aklı başında insanlar diziyi bırakıp 12 de yatıyorsa sen 5 te yatıyorsun ertesi gün işin varken. Yani bunu herkes dönem dönem yapar ama sen abartıyorsun bu işi. Ya da mesela odanı bir dağıtıyorsun, yaşanmaz hale gelene kadar toplamıyorsun. Efenime söyliyim hatta tuvalete giriyor, 1 saat çıkmıyorsun filan. Yani şöyle düşünün herkesin bazen yaptığı aşırılıklar vardır, obsessive in sorunu bu aşırılıklardan dönmeyi bir türlü becerememesidir. Yani obsesifin "anam ben naapıyorum, dur toparlanalım" deme süresi normal bir insanın bunu farketme süresinin 5 katı filandır. Böyle de bilimselim. :)
İşte anti depresan burda devreye girer. Benim kullandığım cins anti depreş tamamen insanı törpülemeye yarayan bir cins. Yani senin aşırılıklarını törpüler, bişeye çok takılmanı önler bir alet. Ama kendisi duygu ayrımı yapmıyor mesela arada cinsel isteği filan da biçen bir ilaç :) Ama öyle zombi filan da yapmıyor. Makul saatlerde uyumanı, daha normal olmanı ve çok takılmamanı sağlıyor. Faydalı bir eser. Çünkü senin dengeleyemediğin enerji dağılımını , o dengeliyor. Yani takıldığın şeylere acaip enerji vermeni ve hayatındaki hayati şeylere enerji kalmaması olayını engelliyor.
Ben tedavi sürecinde ilacı bıraktım. Yani bir süredir ilaç almıyorum ve etkilerini hissediyorum. Ne gibi etkiler?
Mesela sanal dünyada fazla vakit geçirmek gibi etkiler. Şimdi bu yazıyı bloguma yazdığım için biraz ironik gelebilir yazdığım şey ama öyle değil. Bloguma yazı yazmamı aşırı bulmuyorum. Ama verimsiz bir şekilde beni sinir edecek olan şeyleri özellikle bulup okuma gibi bir huyum var. Yani nasıl anlatsam bir ayar verme merakı.
Eskiden de biraz böyleydim ama aşırılaştı biraz, mesela hepimiz seksizm takıntılarımı biliyoruz.
Benim bu çatışmayı besleyen daha doğrusu sinirlendiğim şeyleri ön plana çıkaran herşeyi okuma alışkanlığım var, elim değdikçe de ayar veriyorum. Ne bileyim ayar vermesem rahat etmiyorum filan. Yani ne gereği var ki? Bir kere devamlı çatışma, didişme içinde oluyor insan, iç sıkan ve nasıl desem verimsiz bir uğraş. Kadınların "Sanal Süper Kahraman" ıyım sanki.
Bu çaba anlamlı bir çaba olsa cidden işe yarasa amenna ama devamlı bir kendini duvara vurma gibi bir uğraş. Geril geril ve duvara toslayacağını bilerek koşup duvara çarp. İç organlarını zayi etme pahasına.. Neden ki? İşte beyin takık durumda, yani oraya takılmış ilerleyemiyor koduumun beyni.
Bir çatışmadan beslenme olayı da var, mazoşistlik bildiğin. Bir yerde bir bok çukuru görünce yolunu değiştirmek yerine, bodoslama çukura dalıp, çukura bok dolu olduğunu anlatmaya çalışmak. Her bokta kendi içindeki bokları daha çok farkedip, kendinden dehşete düşmek. Halbuki pisliği öyle de karıştırsan böyle de karıştırsan pislik pisliktir. Ve karıştırdıkça kendi içindeki pisliğe daha çok gömülürsün ve kendi pisliğini beslersin. Beslendikçe seni sarar ve hareketsiz koyar bunlar, enerjin kendini ve etrafını lanetlemekle tükenmiştir çünkü. Böylece boktan asla kurtulamazsın. Halbuki başlangıçta çukuru görünce yolunu değiştirme imkanın vardı. Yolunu değiştirip seni kendi içindeki pisliğe değil de, ne bileyim lame bir ifade ama güzelliğe de fokuslanabilirdin. Tercihin seni dibe çeken oluyor ama.
İşte başlangıçtaki konuyu dağıtmazsam ilaçları bırakmamın bende sanal dünyaya bu şekilde aşırı dalış şeklinde bir tezahürü var. Bundan kurtulmalıyım. Bu çatışmadan beslenen mazoşistik yana dur demeliyim.
Ha eğer örnek ver len süslü süslü konuşuyosun da ne yapıyorsun yani neleri okuyorsun derseniz, işte 5 Posta ya gidiyorum bi millete ayar veriyorum. Çünkü 5 Posta bence güzel ve kaliteli bir blog olsa da hayli seksist (Fenasi de kabul ediyor zaten) ve bu pedofili olayları müsamaha seviyesi ile beni sinirlendiren bir yer. Sonra gidiyorum "Evli Adam" a , bir laf ebeliği, bir laf geçirmeye çalışmalar, biraz ergen modunda, efendim gidiyorum "Vakit" okuyorum, kadınlara bakışlarını dehşetle okuyup kin doluyorum, gidiyorum Nihal Bengisu Karaca okuyorum, gidiyorum Nur Çintay' ı okuyorum, arada bazı yine sinir olduğum erkek bloglarını okuyorum, beğenmeye beğenmeye, henüz yazmasam da içten içe laflar hazırlıyorum filan. Girdap bu.
Kurtulup yoluma devam etmeliyim.
Hohh, az rahatladım.