Monday, December 27, 2010

Hey you!




Yine uzun zaman oldu.
Bir tek Gregor kibarca (noldu lan nerdesin?) ve sevgi dolu bir şekilde merak etti beni onun dışında hiiç özleyen, arayan soran yok. Eh ne yapalım. Söylemiş miydim çok pis küsme şeklinde nazlanırım. Sevildiğinden emin olmamaktan oluyor bu. Neyse yazıya böyle ağır bir tahlille başlamayalım. Bir türlü yazamadığımı görünce saçma sapan şöyle bir bodoslama yazayım dedim, belki yazı kendini bulur.

- Kendimi çok pis gerçekleştirdim. (bu nasıl bir cümle) Yani demek istediğim herşeyim yolunda aslında yani sağlıklı yaşıyorum, evimi düzene soktum, hayatım iyi kötü bir düzene girdi. Şu anda son durum olarak bitim kanlanmış durumda. Tehlikeli bu çünkü tek eksiğimin şööyle sevgi dolu bir sevgili olduğuna karar verdim. Canıma susadım. Aslında uzun süredir bir uzatmalı "when Harry met Sally" durumum var ama biraz sıktı bu beni. Çünkü benim Harry biraz basiretsiz çıktı, ne bana doğru gelebildi ne de tam umutlarımı kırabildi. Bir de tüm kendine tam olarak güvenmeyen erkekler gibi başta beni güçlüyüm diye takdir etti sonra da beni güçsüz olduğuma, çaresiz olduğuma zorla inandırmaya kalktı. İnandım da. Kendimi yetersiz hissettim.
Beni çok mutlu da etti ama kendime güvenimi de bir süpürge gibi emdi. Pişman filan değilim tabii. He is still a bf. Ama ben "best friend" değil de "boy friend" olmasını istemiştim. Bir yandan da dükkanın önünü kapıyor Allahsız. :) Açıkçası aslında hala çaresizim bu konuda. Sanırım en sonunda söyleyeceğim yani karşıma alıp konuşacağım. Ama bir yandan da beni tümüyle reddetmesindense bu ufak ümitle daha mutluyum gibi hissediyorum. Yine de benim bir yetişkin gibi ilişki kurabilmemin önünde engel o. Sonsuza kadar liseli gibi davranamam. Of bilmiyorum. Zaten bir kendini karalama, aşağılık kompleksi içinde boğulma geçmişim var, bu da bunu besliyor. Ben beslenmesin istiyorum. Ama bir yandan da pek sevimli ablasıı.. :)

- Bana meşgul olacağım birşey gerek. Çünkü artık yemiyorum ve denklemden yemeyi çıkarınca akşamlarım birden ıssız bir çöl gibi tenhalaştı. Yemeyenler ne yapıyor? Bana tiyo verin. Arkadaşlarımdan da koptum, iki çok yakın arkadaşımın bebeği oldu daha bir görmeye gitmiş değilim. Altın fiyatları arttı bu arada, lanet olsun ki. Şimdi düşmesini bekliyorum. Hehe yok yok, gitmeliyim. Evle filan uğraşırken toptan bağları kopardım. Sanırım silkinip tekrar sosyal bir hayvan olmalıyım. Çok da üşeniyorum yaa, neyse bakalım.

- Pek öyle sinema tiyatro ile de işim kalmadı. En son "Malafa" ya gittim. DOT tabii. Güzeldi ama yetmez. Yeni bir DOT bulmalıyım. Birşeyler keşfetmeliyim. Böyle renksiz oldu hayat. Neyse ki kitap okuyorum ama onu saymıyorum ki. O da yemek yemek gibi birşey. Artık öğlenleri yemek yiyorum denmez ki. Yine de kitaplar hakkında tek bir laf edeceğim. "Haruki Murakami" I adore his books.




- Bir önceki postuma birisi "female supermacist misiniz?" diye yorum yazmış. Önce tahmin ettiğim şey mi diye "female supremacist" ne demek diye araştırdım. Kadınların üstün olduğuna inanmak gibi birşey çıktı. Şimdi cevap vereyim.
Hayır kadınların üstün olduğuna inanmıyorum. Erkeklerin de. Aslında kadınlara da erkeklere de eşit mesafedeyim. Her iki cinsi de sevmiyorum. Aslında insan sevmiyorum. Çok zavallı buluyorum. Ben de dahil elbette. Çok zavallıyız be. Bütün o ihtiyaçlarımız, mızmızlanmalarımız. Yani tabii düşünsel anlamda sevmiyorum yoksa nefret dolu bir insan filan değilim. Yollarda insanlara çelme takarak filan dolaşmıyorum. Ama teoride insanlık denen şeyi hiç de kutsal, üstün filan görmüyorum.
Erkelerin ve kadınların üstünlüğüne gelince, her iki cinsin de çok güçlü olduğu ve güçsüz olduğu alanlar var. Ama iki cinsin güçleri arasında nitelik olarak farklılık var bence. Erkekler birşeyler yaparak, başararak, elde ederek güçlü oluyorlar yani erkek insanı dünyaya geliyor ve en başından itibaren "onu yapayım bunu edeyim, oh koşayım coşayım" gibi bir motivayonu oluyor. Çoğu erkeğin işini elinden alsan mesela, kalakalır. Allah için güzel de başarıyorlar, afferim onlara.
Kadınların gücü daha karanlık, onlar birşey yapmalarına gerek kalmadan var olarak güçlü olabiliyorlar. Yani yapabildiklerinden değil varoluşlarından kaynaklanan bir güçleri var. Şimdi bu kulağa iyi geliyor olabilir. Bence değil, erkeklerin birşeyleri değiştirme, inşa etme imkanları daha fazla. Ama kadınlarda biraz da karanlık bir güç var. Mesela dayanıklılık testine soksan (fiziksel demiyorum) kadınlar taş gibi çıkar, ya da ciddi cesaret gerektiren şeylerde yine kadınlar öndedir. Erkeklerin de Allah için bir deli cesareti var, atlamak zıplamak, savaşa gitmek kendini heba etmek filan konularında başarılılar. Onu kastetmiyorum ama. (bu arada Büyücü' de (John Fowles) kadınlar ve savaşla ilgili çok güzel bir pasaj var, ondan bahsetmeli sonra)
Benim kastettiğim şöyle birşey. Mesela iki genç var diyelim bunlar evlenmek istiyor ama aileleri karşı. Erkek (momy's boy) annesi karşı ise %80, kopar o ilişkiden ama kadın (dady's girl olsun bu da) daddy' ye öyle bir basar ki tekmeyi, daddy kendisine ne çarptığını anlayamaz. Gözükaralıkta iyidir kadınlar. Köprüleri yakmakta ve yeniden var olmakta.
Şimdi burda annenin karanlık gücünden de bahsetmek lazım. Mommy' s boy a haksızlık etmek istemiyorum. Aslında genel olarak erkeklere haksızlık etmek istemiyorum, hayat onlar için de zor. Annenin gücü de çok zorlayıcıdır. Şöyle özetliyim, anneniz sizi doğurmamayı kafaya koyduysa sonsuza kadar o yumuşacık rahimde kalabilirsiniz. Hem de kendinizi doğmuş ve yaşıyor sanarak, hiç farkında olmadan. O rahim var ya, hayat verdiği gibi öldürür de. Hiçbirşey yapamazsa hapseder orada. Bir anne kadar çocuğunu kastre etmeye muktedir bir varlık yoktur. Her iki cins te dikkatli olmalı, anne, yumurtalarınızı ya da hayalarınızı elinize veriri isterse. Kız çocuklar ve erkek çocuklar için farklı işler ama süreç. Küçük bir kızsanız, annenizle uzlaşmadan kadın olamazsınız, bir oğlan çocuğu iseniz de annenizle bozuşmadan erkek olamazsınız.

Zor bu işler, dediğim gibi her iki cinse de mesafeliyim. Spanglish filminde Adam Sandler' ın dediğini kendime uyarlarsam:
"They should name a gender after me."
Böyle de narsistim. :)

Wednesday, July 07, 2010

I am back.

Uzun zaman oldu değil mi?
Elim bloga gitmedi işte, bir de belki çok saçma ama bloga girip de son yazılarımı görmek bana engel oldu. Kolumu kanadımı kırdı yahu o yazılar. Yorum yapan herkesten çok çok özür dileyerek sonunda kaldırdım. Çünkü yolda ezilmiş kedi gibiydi o yazılar. Bakamazsın ama çok feci içini burkar. Bir de çaresizlik verir, ölmüş işte hayvancık hem de çok kötü biçimde, yapabileceğin de hiçbir şey yoktur. Ama kaldırması da zor oldu. Şu an kontrolsüzce ağlayıp duruyorum üstelik de işyerinde. Lanet. Neyse ki kimse farkında değil. Sessiz ağlıyorum düzenli siliyorum, kaptım bu işi ben.
Yani diyeceğim o ki, I give up. Pes ettim.
Öyle bir pes etmek ki, artık bu dünyada bana iyi gelecek biri olmayacağından eminim. Vallahi karamsar saçmalama değil. Birden idrak ettim bunu. Epiphany. Çünkü fazla kırılganım, fazla savunmasızım, fazla paranoyağım, fazla safım, fazla tecrübesizim. Bir çok şey fazla, kilo da bunlardan biri ki, zaten havuzu en baştan feci şekilde daraltıyor. :) Ben süperim değerimi anlayan yok demek değil bu, sadece benim türümde insan yok. Benim türüm diğerlerinden üstün anlamında değil ama farklı. Not in a good way.
Neyse başka ilişki biçimlerine bakacağız artık, arkadaşlık olur, dostluk olur, aile büyüğü olur, sonuçta ilişki dediğin sırf aşk ilişkisi değil ya. Love is overrated. Diğerleri ile de mutlu olunur, yuvarlanır gidilir. Zaten şunun şurasında çok birşey de kalmadı. Alimallah üstesinden geliriz. Dignity ile ölürüz.
Uff deli deli konuştum gene yazma dermanım gitti.
Neyse düzelip de gelirim herhal..

Saturday, February 20, 2010

Koleksiyoncu



Az önce okuyup bitirdim. Aslında bu kadar geç okumam biraz utandırıcı bile sayılabilir. John Fowles' ın 'Koleksiyoncu' kitabından bahsediyorum. Bir iki ay önce bir iş arkadaşım (kendisi bu işyerimden bulduğum ilk kafadengi arkadaşım ve ciddi malumatfuruş bir insan) bana John Fowles okuyup okumadığımı sordu ben de 'o kimdi yaa' dedim, sonra anlaşıldı ki 'Fransız Teğmenin Kadını' kitabının yazarıymış. Çok sevmiştim o romanı.. Biraz küçük yaşta okuduğum için biraz da ürkütücü gelmişti, belki fazla tutkulu ama güzeldi. Her neyse arkadaşım özellikle 'The Maggot' ı okumalısın dedi, orjinalini okuyum dedim biraz dili ağır olabilir dedi, Türkçesini aradım, (Yaratık) ama bulamadım. Sonra bir gün arkadaşımla kitapçıda beraberken bari bunu oku deyip 'Koleksiyoncu' yu elime tutuşturdu. Daha önce de duymuştum, tamam dedim, aldım okumaya başladım.


Geçen hafta çok yoğun çalıştığımdan kitabı ancak sabahları tuvalette biraz okuyabiliyordum. Bu yüzden de hergün işe geç gittim. Kitap beni hemen içine çekti, okumadan edemedim bir yandan da bitmesin diye çabaladım, ama işte az önce bitti. Ben de içimde onmaz bir tiksinti ile yazmaya oturdum.


Belki çoğu insan biliyordur, 'Koleksiyoncu' bir adamın genç ve çok güzel bir kızı kaçırıp evinin mahzenine hapsetmesi ve kızı orada tuttuğu süre içinde geçenleri hem adamın bakışı ile hem de kızın bakışı ile ayrı ayrı anlatan bir kitap. Adam 20 li yaşlarında, anne ve babasını kaybetmiş halası tarafından biraz da sevgisiz büyütülmüş, fazla eğitimli değil, aşırı utangaç ve asosyal. Küçük bir memur iken büyük ikramiyeyi tutturmuş ve paranın kendisine verdiği güçle platonik bir şekilde tutkun olduğu kızı kaçırmaya karar vermiş ve uzun süren planlama ve lojistik çalışmalarından sonra şehir dışında bir ev alarak, mahzeni tutsağı için hazırlamış bir adam. Ağır sosyopat. Kız çok güzel, resim öğrencisi, zeki, başarılı, sosyal. Adamın her açıdan zıddı. Sınıf ayrımları da belirgin. Adam bu sınıf ayrımından dolayı çok kompleksli, kız ise bu ayrımın farkında ve adamı bayağı bulduğunu hiç saklamıyor, dürüst ve açık bir kız. Adam aynı zamanda kelebek koleksiyoncusu. Kelebekleri avlayıp öldürerek saklıyor. Kız kelebekleri görür görmez kavrıyor konumunu.. Çok ileri gidip herşeyi anlatmayayım.


Bu minvalde giden çook film seyrettik değil mi? Bu kitabın belki tüm o filmlere esin olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Ama bu tür filmlerden çok daha fazlası bu kitap. Filmlerde insanlarda uyanan o macera hissi, gerilim yani alınan bir tür haz, bu kitapta hiç yok, kitap çok gerçekçi, hiçbirşeyi boyamıyor, olduğundan farklı göstermiyor, süslemeden, bayağılıktan çok uzak, çok güçlü ve sarsıcı..


Ana fikir şu aslında adam ölüm, kız ise canlılığı temsil ediyor. Kız hayatı seviyor, risk almayı seviyor. Hayatın öngörülemezliğini kabul ediyor sevinçle. Adam ise basbayağı ölü ve onu hayatta tutan şeyler de ölü şeyler, ölü kelebekler gibi. Adam hayattan korkuyor, kendine güvensiz ve kontrolü altında tutmadığı hiçbirşeyi sevemiyor. Böyle bir adamın eline güç geçince yani para, yaptığı ilk şey de sevdiği kızı ölü ama hep kendisinin yanında bir nesneye dönüştürmeye çalışmak oluyor.


Kişisel olarak bana gösterdiği bir şey var bu kitabın ve bu benim için biraz da olumlu. Şöyle anlatayım, bu kitabı daha önce okusaydım, tüm o platonik aşkı yücelten ve aşağılık komplexine teşne o dönemlerimde yani, bu kitabı çok farklı okurdum. Kızı kaçıran adamı 'tutardım' belki, herkese onu çok iyi anladığımı ifade eden süslü konuşmalar yapabilirdim ve adama ve kendime acırdım büyük ihtimalle. Adamın kızı ölü de olsa elinde tutmak istemesini anlardım. Çünkü canlı olan o zaman korkutuyordu beni de. Sevdiğim, hayranlık duyduğum kişileri gerçek anlamda sevmiyordum aslında. Onlardan biraz korkuyordum ve kendimi de onlardan aşağıda görüyordum. Şükürler olsun ki değişmişim, artık bunun tiksinti vericiliğini görebiliyorum. Önceden de gördüğümü iddia edebilirdim ama şimdi hissediyorum. Canlılığı az buçuk da olsa etüt edince ve o kesif aşağılık duygusundan kurtulunca, bu tür şeyleri de demek ki olduğu gibi görebiliyor insan.


Öbür türlü kitaptaki sınıf farkı ve pasifizmle ilgili o fikirleri de kaçırabilirdim. Kız bir kez kaçma fırsatı elde ediyor kitapta, balta ile yaralıyor adamı ama öldüremiyor. Sonra da çok pişman oluyor kız, 'az daha katil oluyordum.' diyor. Şöyle:

'Onu öldürmek, inandığım herşeye karşı çıkmak anlamına gelir. Kimileri sen yalnızca bir damlasın, sözünde durmaman bir damla, önemi yok diyecekler. Ama dünyadaki kötülüğü desteklyen bu küçük damlalardır. Küçük damlaların önemsizliği üzerine konuşmak saçmalıktır. Küçük damlalar ve okyanus aynı şeydir.'

Bu bence harika bir pasifizm ifadesi.

Bunun dışında kitapta yine nefis bir modern toplum eleştirisi var. Yeni kitle diyor yazar. Sanattan yüzeysel olarak anlayan ama derinine inemeyen, kitlesel üretimle beslenen hantal bir toplum. Günümüz modern insanı aslında. Tiksinti verici bir sıradanlık ve sıkıcılık. Hepimiz az buçuk içindeyiz işte biliyoruz. Seyrettiğimiz tüm o diziler, bu arada Türk dizilerinden bahsetmiyorum, Türk dizilerine burun kırıp kitlesel olarak Lost izlememiz, kitlesel olarak Pilates yapmamız, acınası özgün olma çabalarımız. Kitap bunları bir güzel topa tutuyor.

Bir alıntı ile bitireyim:

'Bu, yeryüzündeki duygu, sevgi, sağduyu yoksunluğunun yarattığı umutsuzluktur. Bomba atma fikrini göze alabilecek veya bomba atma emrini verebilecek insanların var olduğu düşüncesinin yarattığı umutsuzluktur. İçimizde bunu sadece bir avuç insanın dert edindiği düşüncesinin yarattığı umutsuzluktur. Dünyada bu denli şiddet ve katı yüreklilik olmasının yarattığı umutsuzluktur. Son derece normal delikanlıların ellerine çok para geçtiğinde sapık ve kötü olabileceği ve senin bana yaptığını yapabileceğinin verdiği umutsuzluktur.'

Yazı biterken televizyonda 'Matchpoint' filmi oynuyor ve Jonathan Ryes Myers tam böyle bir delikanlıyı canlandırarak, sevgilisini öldürmekle meşgul. Bu kadar mı denk gelir, sınıf farkı filan da dedik o kadar.


Evet, tüm bunların umutsuzlukla bir ilgisi var korkarım.


Tuesday, February 09, 2010

Drama Queen mi PolyAnna mı?


O kadar deriin bir drama queen lik pratiğim var ki, sağlıklı bir şekilde bundan kurtulmanın yolunu bir türlü bulamıyorum. Henüz bu pratiğin ilk senelerindeki toy bir bunalımist gibi "ay uçlarda yaşıyoruum" demek istemesem de, maalesef uçlar gerçekten beni çektiğinden, drama queen likten kurtulayım derken Polyanna ya yakalanırım diye korkuyorum. Ki herkes bilir ya da bilsin o Polyanna denen yumurcaktan ölesiye tiksiniyorum. Başkalarının acısından kendine mutluluk çıkaran bi tipsiz gibi geliyor bana. (Bu arada Virgilius'cum "Başkalarının Acısına Bakmak" 'ı sonunda okuyorum, iyi gidiyor.) Ne zaman şöyle bir rahatlamak istesem, bi mola almak istesem, "biraz da iyimser olalım, değişiklik olsun" desem, bu tip bana karşıdan sırıtıp el ediyor gibi geliyor. "Gel, gel aramıza, seni bekliyordum, burda herkese yer var. " filan diyor böyle karamela gibi yapışan bir ses tonu. Amanın bir panikliyorum. Benim kafamdaki "dark side" bu Polyanna' nın diyarı işte. Çok dindar birine şeytanın çağrısını düşünün işte Polyanna ' da benim şeytanım.
Bu böyle beni çağırınca hemen kurtulmak için aklıma kötü şeyler getiriyorum. Ya da "Dur Poly, ben bi Haneke filmi seyredip geliyorum, 7. Kıta mesela" diyorum, bunun bir suratı asılıyor. "O zaman gelmezsin ki" diyor, ama üzülemiyor bu şapşal "Kill Bill' i seyredip, estetik şiddetle kendinden geçmenden iyidir" diye gülümseyiveriyor ışıl ışıl, gel de sıkma boğazını.
Şaka bir yana cidden ne yapacağımı bilemiyorum bazen. Ortayı bulamıyorum. Ne zaman kendime güzel şeyler düşün diye telkin etsem hemen gözüme yogistler, ohhhmlar, "öbür yanağını uzat" lar, "bak elin ayağın yerinde" ler geliyor. Böyle bayık bir dünya. Öldüresiye sıkıcı ve sahte. Tabii ki ciddi ciddi inanan ve hakkıyla bu işlerin içinde olanları dışarda tutuyorum. Özür bile dilerim onlardan, bok atıyorsam kıskançlığımdan bile derim. Ama bu işe giren ve acaip sahte olan üstelik en kötüsü sahte olduğunu farketmeyen insan çok. Mesela bir tandığım var Reiki Master, ileri seviye yani ama ben bile anlıyorum ondaki psikozu, nasıl diyim reikinin felsefesi olarak anlatılan her hasletten uzak biri. Kötü biri anlamında değil tabii ama anlaşılıyor işte, birşeyler sahte. İçe sindirilmemiş, eğreti durmuş. Böyle bir garabet olmak istemiyorum.
Birinin çıkıp, "Yavrucum iki iyimser düşünmekle, istemediğin bir dünyaya dalmak, abartmak zorunda değilsin" demesi gerek bana. Kendim diyorum anlatamıyorum.
İşin özeti kendim kalarak iyimser olmak istiyorum ama bunun yolunu bilmiyorum. İyimser bir kapanış yapacak olursak, (bak gene) bulurum be bir yol.
Ne Drama Queen ne Polyanna, yaşasın tam bağımsız Talisman.

Friday, January 22, 2010

İçimde garip bir ümit uyandı. Az önce oldu bu. Öyle aniden sebepsizce.
Ümitten çok inanç, sanki herşey iyi olacak gibi. Sanki uzun süre antidepresan içmedikten sonra tekrar içince doğan o yüklerden kurtulma hissi gibi. Ve hayır, uzun süredir içmiyorum hiçbirşey.
Pek birşey yolunda da gidiyor sayılmaz ama birşey değişti içimde işte.
Sanki, "you can't always get what you want" deyip de buna üzülmemek gibi. Vazgeçmişlik ya da öğrenilmiş çaresizlik değil ama. Edilgen değil, aktif bir tevekkül. Peki önüme bakarım o zaman ben de der gibi. Başka bir yol yaratırım o zaman, yolumu değiştiririm, yolumu bulurum illa ki demek gibi. Biraz kendine, biraz hayata güvenmek. Başka çare mi var diye düşünmeden ama, oyunu bozmadan.
Bilmem, bir pencere açıldı işte içimde bir yerde. İyi de oldu, biraz hava gelsin.
Oksijen level' ı daha da yükselirse iki de satır yazarım belli mi olur :)

Wednesday, January 06, 2010


Famous Blue Raincoat' u dinliyorum.

İçimde hafif bir hüzün. Hafif yeni başlangıçlar mutluluğu. Hafif bir ümit. Hafif tiksinti. Bulamaç gibiyim.

"Did you ever go clean?"

Dünyayı sevmiyorum, insanları da sevmiyorum. İnsan denen canlıyı sevmiyorum. Çok kaypak, çok naif, çok kötü, çok iyi, çok çok tiksindirici.

"She sends her regards."

Dünya ne analiz edilebiliyor, ne temizlenebiliyor, ne batabiliyor. İğrenç bir yapışkanlıkla hayata tutunmuş minik insanlar ise yüzde birini kullandıkları beyincikleri ile dünyayı yeniden yaratıyor, yeniden kirletiyorlar.

Ne kadar zavallıyız. Ne kadar güçlüyüz. Ne kadar gıcığız esasen.

"What can I possibly say?"

(ve 33 yaşında bir ergen bloguna birşeyler karalar.)

"Sincerely"

L. Talisman.