Monday, April 30, 2007


Kendimi salak gibi hissediyorum, sanki her yaptığım bir şeyin karikatürü gibi, herşey havada asılı gibi. Ben de asılıyım, yaptığım hiçbirşeyin manası yok. Herşey korkunç sanki..Zaman geçiyor, ben ne zaman yaşamaya başlayacağım?
Çok anlamsız, çok anlamsız..
Sanki herkes beni terketmiş sanki kıyamet kopmuş ve ben dünyada tek kalmışım.
Neden her sabah kalkıyorum? Burada ne işim var? Benim işim yapılmasa dünyada ne değişir? İşimin sonunda elime ne geçiyor? Şunu ben yaptım diye kendime gösterebileceğim ne var ellerimde?
Ben olmasam da döner dünya. Yokluğum bir kelebek etkisi bile yaratmaz.. Ama yok da olamam, korkarım yok olmaktan, hayata tutunuşum güzel bir şeye tutunuştan çok, beteri de varsa ya da hiç bir şey yoksa düşüncesi.. Hem en azından filmler var.. Sahi filmler var di mi? Hayatla bağım böylesi zayıf mı? Beni tek teselli eden filmlerin var olması mı?
Hayatım gavurların deyimiyle bir "sick joke" sanki..

Thursday, April 26, 2007

Kadınlar


Deriella' nın blogundan öğrendiğime göre Time dergisi sıfır beden olma uğruna binging ve bulimia illetine yakalanmış bir kızın başından geçenleri yayınlamış..

Üzülüyorum ben artık yaa, acıklı birşey bu.

Kadınları bir şekilde her tarih diliminde her sosyal toplulukta cendere içine almayı başarıyor bu hayat. Eski çağlarda çektiklerimiz zaten biliniyor. "Modern" çağlarda ise zincirimiz vücut imajımız, ölçülerimiz, güzel olma zorunluluğumuz.. Nasıl olup da erkekler göbeklerini bazen saygınlık aracı gibi kullanırken ve bu hayatlarında hiçbir olumsuzluğa yol açmazken, bizim 2 gram fazlamız affedilmez bir suç olabiliyor? hayatımızı kaydırabiliyor? Doğa bile acımasız, yumurtlama zamanımıza bile kısıt getirmiş, 60 yaşında yavrulayan erkeklere rağmen biz hayatımızın ortasında hatta daha öncesinde kendimizi yumurtalık rezervimizi kontrol ederken buluyoruz.

Yeter artııkk..

Sadece erkeklerin yol açtığı birşey değil bu, kadınlar da gönüllü bu cendere içine girmeye, kendi cinsimizi en acımasız eleştirenler bizleriz. Recm lerde ilk taşı atan eminim bir kadındır. Bir kadını "orospu" diye dışlayan erkeklerden önce kadınlardır. Bunun sebebi de gerçi bir şekilde "erk" sahibi olan erkeğe yaranma amacıdır. "Bak ben onun gibi değilim, beni seç.." mesajı verilir alttan alta. Çünkü doğduğumuz andan itibaren bir erkeğe kendimizi beğendirmemiz kodlanır bize, zayıflığımız kodlanır, en modernimiz, en aşmışımız bile içten içe hissetmiştir bunu.. Yani kadınlar suçlu ise kendi cinsini aşağılamakla, bu biraz da onu böyle kodlayanların suçudur.

İşimiz zor..

Bir yanda çarşaflara sokmak eve tıkmak isteyenler, bir yanda güzel olmazsan yaşama mesajı verenler, bir yanda bir grubumuzu evlenmek bir grubumuzu "eğlenmek" için isteyen beyinsizler..

Yok mudur bir alternatif? İnsan olmamızın, insan olarak değerlendirilmemizin bir yolu yok mudur?


Not: Deriella' cım bu aslında senin son postuna yazdığım yorumdu ama coşup olayı yorumluktan çıkarınca post şeklinde yazdım, sen yoru gibi okuyabilirsin. :)

Tuesday, April 24, 2007

Gezelim Görelim


ilk kim turu icat etti? Yani organize gezmeyi? Önceden bir yerden bir yere gitmek bayağı zahmetli bir iş olduğundan bu toplu gezmeler herşey dahiller filan yoktu tabii. Sadece ferdi bazı teşebbüsler vardı, Evliya Çelebi gibi, o da kendisinden başka böyle diyar diyar gezen yok diye baya rahat atını oynatmış, gezi notlarını yazarken ara ara cidden yazmış(!) bir büyüğümüz. Kendisine saygısızlık yapmak istediğim sanılmasın, tabii ki değerli biri, ben haddim olmadan çemkiriyorum kenardan, kıskanıyorum herhal :) Ne diyordum, sonra taşıtlar filan böyle yaygınlaşınca filan biri çıkıp ben bi grup insanı dolaştırayım bunlar bana fix bir para versin nasıl dedi acaba? Kim dedi? Ben takarım böyle şeylere..
Nerden çıktı bu mevzu derseniz 3 günlük tatilde turla Kuzey Ege turuna gittim ben, gezdim diycem lafı nerelerden dolaştırıyorum yani :) Gezdim pek de güzeldi, ama ben bu antik kalıntı olayından birşey anlamıyorum yahuu. Yani nedir, bir sürü yıkık taş görüyoruz, rehber bidi bidi birşeyler anlatıyor, tamam anlattıkları ilginç ama bunları buraya gelmeden de anlatabilir diyorum ben içimden. Bir sıra duvar işte karşımızdaki, yıkık dökük, resmen harabe :))) Yani tabii abartıyorum ama sahiden bu antik kent, muazzam taş yığıntıları, kırık dökük tiyatrolardan filan hazzetmiyorum ben. Onun yerine doğada durup sessizliğin sesini dinlemeyi seviyorum. Hatta o sessizliğe aşığım ben. Hani çook ıssız, yeşil, ağaçlıklı bir dağ başında oturursunuz, etrafta hiiç insani bir ses yoktur ve siz doğanın sesini duymaya başlarsınız, rüzgarın sesini, yaprakların hışırtısını, hafif hafif küçük küçük sesler, normalde diğer gürültülerden asla duymadığımız sesler. Nasıl huzur verici birşeydir o. Ve bağımlılık yapar. Ben bu tip doğa ve kalıntı yerlerini gezerken hep içimden rehbere "- Bi sus şekerim, tamam çok şey biliyorsun bizi aydınlatıyorsun sağol ama ben şuracıkta oturup sessiz olmak istiyorum" dedim. Dışımdan diyemedim. Denir mi canım ayıp..
Yine de çok güzeldi, İstanbul da olmamak güzeldi, İstanbul a dönmek güzeldi, hatta Beşiktaş tan geçerken "Geldik bizim memlekete" diye sevinmek güzeldi. Ablamla vakit geçirmek güzeldi, atletik insan o kadar yürüdük ettik, bir yorulmadı ben hep pestil şeklinde o ise yeni uyanmış insan tazeliğinde :) Canım ablam.
Bunlar dışında geziden aklımda kalanlar:
- Cunda adası minik ve çok tatlı bir yerdir. Dondurma külahı kokusu ve balık kokusu insanı çıldırtabilir.
- Su fışkırtan garip deniz hayvanları canlı canlı yenebilmektedir. Bunu garson neşeyle anlatıp tüylerinizi diken diken ederken ürünün reklamını yaptığını sanabilmektedir. (neydi onlar yahu sahiden?)
- İşyerinden kaçarken çıktığınız 10 kişilik turda bu 10 kişiden biri süpriz bir şekilde işyerinizde çalışan biri olabilir. ihtimalleri varın siz hesaplayın.
- Yetmemiştir, Assos u gezerken yakın çalışma arkadaşlarınızdan biri ile burun buruna gelebilirsiniz. "Bu şehir arkanızdan gelecektir" arkadaşlar, şairin vardır bir bildiği :)
- Rehberlerin her yerde anlaşmalı olduğu bir ticarethane vardır, Cunda dan zeytinyağı, Ezine den peynir, Onyx'ciden Onyx (taş çeşidi) aldırmak için her tür dili dökerler. Siz de kanın alın vallahi zeytinyağı da peynir de şahane. Bir de Assos tan aldığım tarhanalar. Mımmm..(Bu arada ben 3M Migros u Mımmm Migros sanıyordum eskiden, ohh leziz Migros şeklinde, ne çocuksu diye kınıyordum bir de, cahil Talisman :))
- Şeytan sofrası denen yer ne güzeldir öyle..
- Son olarak grubumuzdaki 6-7 yaşlarında bir çocuğun, rehberimizin son gün otelin önünde yaptığı "otelimizden ayrılış vakti" şeklindeki acıklı konuşmasına tepkisi: "Stres yapma yahuu, gazla gitsin!"
Gazlayın gitsin..
Not: Foto benim cep telefonu ile Sarımsaklı da çektiğim bir foto. Köpecik "cesedimi çiğnemeden giremezsiniz bu eve" şeklinde yatmış ben bunun etrafında çok dönünce de tek gözünü kaldırıp şööyle bir tehditkar bakış attı, ben vınnnn..:)

Thursday, April 19, 2007

Seviyoruum


Ya ben bu Leonard Cohen var ya, çok seviyorum onu.. İlk keşfedişim ergenlik- ergenlikten çıkma zamanıma denk gelen ve beni büyüleyen "Natural Born Killers- Katil Doğanlar" filmi iledir. Orda film Leonard Cohen 'in "Waiting For The Miracle" şarkısı ile açılır ve akar. Etkileyiciliğinde payı olan bir şarkı bence.

Ben o dönem hem sahiden bir mucize bekleyen (hoş hala da beklemiyor muyum) biraz aklı havada bir ergen olarak filme bayılmış ve özdeşleşmiştim. Sonradan geçen sene seyredince çok da bir numara yokmuş dedim. Hele bazı yerlerin kör gözüm parmağına anlatımı bana "Amaaan bu filmi mi bu kadar beğendim ben" hissiyatı yaşattı. Yine de pek sevdiğim Juliette ve Robert Downey Jr. nin oyunculukları, hapishane sekansları vb yine de iyidir o kadar da abartmıyım.

Neyse lafı dolandırdım, bu keşfedişten sonra asıl obsesyon boyutunda hayranlığım kendisinin hayatı ve şarkılarını anlatan I'm your man filminin soundtrackini dinlememle başladı. Önce I'm your man keşfedildi ve bu sözleri söyleyen adam Quasimodo bile olsa "Al beni" dedirtecek kıvamda şarkı sözleri ile kendimden geçtim. Sonra "Famous Blue Raincoat" dinlendi ve Leonard Cohen in şairliğine bir kez daha hayran olundu. Adam şarkı sözü değil şiir yazıyor yahu. Ve nasıl iç acıtıcı bir durumu nasıl olgun bir duruşla karşılayan aşık bir adam.

Mevzu şu:Şarkıda bir adam var, en yakın arkadaşı bunun sevgilisi ile beraber olmuş, sevgilisi sonra adama geri dönmüş bu sebepten arkadaşı ile arası bozulmuş ama arkadaşını aslında seviyor da ve özlemiş. Şöyle ifade etmiş:
And what can I tell you my brother, my killer

What can I possibly say?

I guess that I miss you, I guess I forgive you

Im glad you stood in my way.


Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes

I thought it was there for good so I never tried.


Burdaki olay çok içimi acıttı, adam öylesine aşık ki sevdiği kadının gözündeki gölgeyi bir başkası hatta en yakın arkadaşı bile kaldırsa, teşekkür ediyor, sevgilisinin gözünde o gölge yok artık diye.. Ve bu yüzden de iyi ki yoluma çıktın bana engel oldun belki senin kadar onu mutlu edemeyecektim diyor. Bu nasıl bir kendinden vazgeçiş, sevgiliye adanmışlık.. Ağlamak istiyorum. Hatta bu şarkıyı her dinlediğimde Leonard Cohen e sarılıp ağlamak istiyorum: "Çok yorgunum be Leonard Abi, beni bir tek sen anlarsın böhüüü" şeklinde.. Hani Atatürk büstüne "Çok yalnızım be Atam" diyen Kadir İnanır misali :)) (Komser Şekspir)

I'm your man de süper, dediğim gibi bir adam gelsin de bu sözleri söylesin direk erirsiniz. Hiç şansınız yok, mesela:

If you want a lover

I'll do anything you ask me to

And if you want another kind of love

I'll wear a mask for you

If you want a partner

Take my hand

Or if you want to strike me down in anger

Here I stand

I'm your man

If you want a boxer

I will step into the ring for you

And if you want a doctor

I'll examine every inch of you

If you want a driver

Climb inside

Or if you want to take me for a ride

You know you can

I'm your man
Veya:
And if you've got to sleep

A moment on the road

I will steer for you

And if you want to work the street alone

I'll disappear for you

If you want a father for your child

Or only want to walk with me a while

Across the sand

I'm your man


Ben dayanabilirim diyen çıksın ortaya..

Ah be Leonard Abi..Ne derdin var, uyuyan yılanı uyandırıyorsun.. Off off..

Tuesday, April 17, 2007

GÜZELDİK


Ankara' yı pek sevmem ben. Orda okudum, hatta hayatımın en güzel 4 senesini belki orda yaşadım. Bu anlamda nankör diyebilirsiniz bana ama bu 4 yılda Ankara sınırları içinde olmama rağmen kampüsten çok az çıktım, kampüsümü seviyordum ben yani. Ama hayatımın en güzel, en duygulu ve anlamlı günlerinden birini de Ankara' da geçirdim.

14 Nisan Mitinginden bahsediyorum tabii ki. "Orda olmalıydın" denir ya, o ortamı anlatmak için de orda olmalıydınız diyorum. Değişik parti, yaş, sosyal sınıftan olan insanların nasıl birleşip tek bir organizmayı oluşturduğunu görmeliydiniz. Gerçekten kalabalık canlı gibiydi, akan ilerleyen, nefes alan bir canlı. Ben kendimi içinde bir alyuvar, bir akyuvar gibi hissettim. Gerçi akyuvar nasıl hisseder hiç bilmiyorum ama benim içim hayranlık, sevinç, umut, cesaret ve coşku doluydu. Hayranlık hissim Atatürk' e. Ölümünden bu kadar sene sonra bile insanlarını bir araya böyle toplayabildi, tek yürek haline getirebildi. Liderlik, vizyon sahibi olmak böyle birşey olsa gerek.

Mitinge giderken arkadaşlarım darbecilerin mitingine mi gidiyorsun dediler. İçim buruldu, darbeci filan değilim ben, darbelerin bu ülkenin başına gelen en kötü şeyler olduğunu düşünüyorum fakat ne yapsaydım? Otursa mıydım kıçımın üstüne, tam benim gibi düşünen ve söyleyen insanlar çıksın diye beklese miydim? Asıl orda olmam gerekiyordu ki, bu harekete darbecilerin değil (darbeci de nasıl bir kelimedir yahuu) ülkesini seven ve geriye gitmesini istemeyen insanların katıldığını göstereyim. Kime göstereyim? Kendime yahu en azından. Ve daha sonra görmek istemeyenlere hala pervasızca kabadayı ağzıyla konuşanlara.

Son bir çuvaldız var kendime ve benim gibi düşünenlere batırmak istediğim: Daha aktif olmalıyız. Daha aktif ve daha çalışkan. Aktif olamadığımız için harekete geçmediğimiz için gerek oluyor bu mitinglere.

14 Nisan bir başlangıç olsun artık sesimizi çıkaralım, sesimizi kendi silahımızla, demokrasi ile kesmeye çalışmalarına izin vermeyelim. Çoğunluk pasif diye azınlık çoğunluğa hükmetmesin.

Thursday, April 12, 2007

Ağır Ölüm


Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine "i" harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo Neruda

Tuesday, April 10, 2007

Zevk Düşkünü


Bir hedonist olduğuma karar verdim.

Zevk almak için yaşıyorum ben.. "Ya biz ne için yaşıyoruz acı çekmek için mi? " diyebilirsiniz tabii herkes zevk almak ister ama bendeki daha fatal sanki. Yani yapmaktan zevk almadığım ama gerekli şeyleri yapmıyorum ben. Sanki birşeyi yapmak için illa ondan zevk almam lazım. Biraz çocuksuluk var. Mesela birşey size başta sıkıntı verir ama uzun vadede iyidir ya, ya da gerçek bir başarı elde etmek için uzun vadeli düşünüp tatsız şeyler de yapmak zorundasınız filan. İşte benim o yönlerim çok zayıf. Zevk almadığım şeyleri bünyem reddediyor, böylece hep kısa dönem hazlar yaşıyorum.

Yeme bozukluğu problemim de bundan bence. Çözdüm. Yani yemek yemeyi seviyorum ve şu anda en fazla zevk aldığım şey de o. O yüzden de vazgeçilmez. Hani azıcık az ye sonra ne bileyim bu sayede tamamen atıyorum dağcılık zevkini filan tat di mi? Yook öyle uzun vadeliler peşinde değiliz. Hemen haz istiyoruz, en kolayı da yemekler. Gelsin ağır yemekler, gitsin aburcuburlar, nedir? Mutlu oluyoruz..

Hedonistim hedonistiiim, unutulmakmış kaderiim.. :)) (Derbederim şarkısını uyarladım. )

Off offf.. Son olarak felsefemi destekleyen bir de slogan attırayım:

"Üşeniyorum öyleyse yarın!"

(Bildiniz "düşünüyorum öyleyse varım" ın dönüştürülmüş hali :) Bu benim değil bu arada alıntı.)

Monday, April 09, 2007

THREE EXTREMES

Madem çekiklerden bahsediyorum, devam edeyim. (Bu da blog kalıbım olmaz inşallah, ikidir aynı şekilde başlıyorum. :))
Cumartesi günü hayatımda en beğendiğim filmler listesine kafadan top 10 a giren bir film seyrettim: "Three Extremes", "Üç Sıradışı"Sıradışı demek hafif kalır filmlere hele de birine :)
Bu film 3 uzakdoğulu ve başarılı, tanınmış yönetmenin orta metrajda 3 filminden oluşuyor. (Orta metraj deniyor mu bilemiyorum ama kısa filme göre filmlerin süresi uzun sayılacağı için böyle dedim.)
Her 3 filmin de ana teması, insanın içindeki kötülüğün boyutları, kaynakları, bir anlamda nedenleri ve insanın kötülüğünün nerelere kadar gidebileceği. Bence her 3 filmde de bu sınır hayli zorlanmış.

Birincisi: Kutu (Box) Takashi Miike nin bir filmi. Takashi Miike yi "Audition" , "One missed call" gibi filmlerden anımsayabilirsiniz. Kendisinin Audition filminin konusunu biraz biliyor ve filmi seyretmeye korkuyorum :) Ama seyretmek farz oldu artık çünkü 3 Extremes deki filmi çokk güzel. Film 30 yaşlarında bir kadının gördüğü bir kabusla açılıyor, kadın her gece aynı kabusu görüyor, bir adam bir kutuyu gömüyor. Ve anlıyoruz ki kadının ikiz kardeşi ve kadın bir sirkte gösteri yapıyorlar, dans ediyorlar sonra bir kutunun içine giriyorlar, daha küçük oldukları için kutuya sığabiliyorlar ve beraber çalıştıkları adam (babaları olabilir) sihirbazlık numarası ile kızları kutudan kaybedip yerlerine çiçekler getiriyor. Klasik illüzyon..
Daha fazla yazmıyım seyredecekler için sadece şunu söyliyim hem rüya, rüyanın içindeki unsurlar hem de gerçek çok çarpıcı ve finali süprizli. Ben görünce aaa diye bağırdım hatta. (Zaten filmlerde tepkilerimi zor kontrol ederim. Bir festivalde gece 24,00 den sonra oynayan bir korku filmini seyrederken deli gibi çığlık atarak, sinirleri gerilmiş tüm seyircilerin kahkahalarla gülmesine sebep olmuşluğum vardır. Çok komik zincirleme bir tepkiydi :))

İkinci film: Mantı (Dumplings) Gerçekten en ilginci bu idi. Kadınların güzelleşmek genç kalmak , yalnız kalmamak için nereye kadar gidebileceklerini anlatan bir film bu da. Kahramanımız eski aktrist Bayan Li, orta yaşlı, kocası kendisini genç bir kızla aldatıyor ve Bayan Li gençleşmek, güzelleşmek için bir mantıcının kapısını çalıyor. Mantılar olabilecek en taze et kullanılarak yapılmış ve .. ve işe yarıyorlar. Ayy düşününce tüylerim ürperdi yine. Tabii ne oldu mantı altı üstü demiş olabilirsiniz ama etin hammaddesini bilseniz... Bırrrr..


Üçüncü film: Cut (Kes) Bu film bir önceki postta bahsettiğim yönetmenin filmi ama o film nasıl insanı gevşetiyor rahatlatıyorsa bu film o kadar geriyor, zorluyor, bunaltıyor. Konusu az biraz Saw (Testere) yi andırıyor. Şöyle ki, ünlü bir yönetmen kendisini evinde belinden bir lastikle kapıya bağlanmış buluyor yani çok ilerlerse lastik gerilip adamı gerisin geri duvara çarpıyor hareket kabiliyeti sınırlı, ayrıca karısı piyano başında bir sürü iple bağlı durumda, odada bir de kız çocuğu var. Anlaşılıyor ki bunun filmlerinde oynayan bir figüran bunları hazırlamış ve yönetmene eğer evdeki kız çocuğunu boğmazsa her 5 dakkada bir karısının bir parmağını keseceğini söylüyor. Kadın piyanist. Film ilerledikçe yönetmenin de göründüğü kadar iyi olmadığını hatta karısının hepten kötü olduğunu filan görüyoruz. Çünkü kadının ağzı bağlı, açılınca ilk sözü "Kızı öldüür, kızı öldüür" oluyor. Ulen günahsız çocuğun ölmesindense bir kaç parmağın gitsin diyemiyosunuz tabii. Bırrrrr.. Bunun da finali çarpıcı.
Ve bu çekiklerin estetik anlayışları nasıl birşeydir. Ne kadar güzel görüntüler, nasıl çarpıcı renk kullanımı özellikle Mantı da..Off off.. Alın beni aranıza bir iki kanlı film çekelim ey Uzakdoğulularr..
Ha bir de Uzakdoğu Sineması deyince "Dolls" u da anmadan hatta bir saygı duruşunda bulunmadan geçemiycem..
İzleyin izlettirin.
Sevgilerr :)

Friday, April 06, 2007

Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil

Madem filmlerden girdim olaya, az daha devam edeyim hızımı almışken. Biraz festivalden bahsedeyim. Çeşitli sebeplerden henüz sadece 3 film görebildim ama özellikle birinden bahsetmek istiyorum ki vizyona filan girerse kaçırmayınız.


"I am a Cyborg But It's OK" Yani "Ben bir robotum ama sorun değil."
Bir akıl hastanesinde geçiyor film. Kahramanımız kendini cyborg sanan bir genç kız, öyle olduğuna inandığı için yemek yemiyor, robot bedeni bozulur diye düşünüyor. Bu yüzden çok fazla zayıflıyor. Ninesi de şizofrenmiş ve kendini fare sanıyormuş, sadece turp yiyormuş, bu ninesi ile vakit geçiriyormuş genelde, sonra ninesini akıl hastanesine kaldırmışlar fakat kadının takma dişleri bizim kahramanda kalmış. Ninesine takma dişleri yetiştiremediği için turp yiyemeyeceğini düşünüp üzülüyor kahramanımız, onu en çok üzen şey bu ve bu takma dişleri taktığında elektronik aletlerle konuşabileceğine inanmış.


Diğer kahraman yine akıl hastanesinde ve insanların yeteneklerini çalabildiğine inanan bir genç çocuk. Kızın yaşlarında. Bir tür ayin yaparak insanların yeteneklerini çalıyor, buna akıl hastanesindeki diğer hastalar da inanıyor.


Film bu iki ilginç insanın akıl hastanesinde karşılaşıp birbirlerine aşık olmalarını anlatıyor. Ama alıştığımız bir aşk filmi değil, iletişim kurma biçimleri, hareketleri hiçbir şey klasik manada ilerlemiyor.


En büyük başarısı filmin, size dünyayı şizofren birinin gözünden birebir verebiliyor. Yani bir süre sonra onların dünyayı görüş biçimi insana çok normal gelebiliyor. O kalıbı kapıyorsunuz.


Ve film olağanüstü yaratıcı ve üstüne komik. Hele bazı sahneler var ki ben dakikalarca güldüm.


İnsanın üstünde çok güzel bir etki bırakan, çıkınca suratınızda koccaman bir gülümseme oluşturan bir filmdi..


Seviyorum ben bu çekikleri yaa :))

Tuesday, April 03, 2007

SOBEEEE


Yeni bir sobe furyası başlatmak istedim. Daha önce sorulmamış bir konu bulayım diye az kastım sonunda benden beklenebilecek soru çıktı:En sevdiğiniz 5 film nedir?
Belki daha önce sorulmuştur ama yine de ben bir şansımı deniyeyim.
Tabii önce kendim cevaplamalıyım di mi?
Çok zor önce onu söyliyim yani bugün yaptığım liste ile yarın yaptığım liste aynı olmayabilir. Ama deniycem:
1- Dead Ringers: (Ölü İkizler) David Crononberg in yönettiği hakettiği ilgiyi maalesef görememiş (bence :)) Jeremy Irons abimizin ikizleri oynayarak gözlerime bayram ettirdiği film. Hatta bir sahne var ki, Jeremy Irons, bir kadın ve ikizi dans ediyorlar ayakta, yani kadının önünde bir Jeremy Irons arkasında bir Jeremy Irons var. (İğrenç espri: Yediği önünde yemediği arkasında :)) O sahneyi izlerken tarifsiz hisler yaşadım daha doğrusu tarif etmek işime gelmiyor. Aaa ne oldu bana akıllı uslu post yazıyodum sapıttım birden :))Neyse tabii ki filmi sevme nedenim bu değil, hastalıklı bir ikiz ilişkisi anlatılmış, ikisi de kadın doğum doktoru, biri çok aktif, dışa dönük biri içe dönük, utangaç, kendini ortaya koyamayan biri. Biri efendi biri köle gibi. Bunlar ikiz olduklarından aktif olan bir kadın tavlıyor, çekingen olan beceremediğinden kardeşi tavladıktan sonra kadına yaklaşıyor, kadın ikiz olduklarını bilmiyor, tek kişi ile ilişkisi var sanıyor. Bu şekilde pek çok kadını manipule ediyorlar. En son bir kadında baltayı taşa vuruyorlar çünkü pasif kardeş kadına aşık oluyor, kadın da hapçı aksi gibi ve pasif kardeş yavaş yavaş kardeşinin etkisinden kurtulup kadının etkisine giriyor. Vee.. Devamını anlatmıyım seyreden var seyretmeyen vardır. Şunu söyliyim çok boyutlu çok güzel bir film.
2- Yağmurdan Önce: (Before the rain) Bu filme "canım, bitanem" diye hitap edesim var. Üç öyküden ve bölümden oluşan bu öykülerin hepsinin kesiştiği bir film. Bu tarz filmleri seviyorum zati. (Bknz: Short Cuts (Robert Altman), Magnolia, Paramparça Aşklar Köpekler) Yugoslavya' nın dağıldığı dönemlerde yaşanan iç burkucu olaylar var filmde. Hayatımda seyrettiğim en iyi açılışla başlıyor ve o derece de basit ki, gencecik bir rahip harika bir müzik eşliğinde domates topluyor. Bu kadar.. Ama nasıl güzel.

3- Balinanın Sırtında (Whale Rider) : Allahım bu nasıl güzel bir filmdi. Küçücük bir kız var filmde, 13 yaşında, Yeni Zelanda da yaşıyor. Babası batıda çalışıyor, annesi doğumda ölmüş bu yüzden babası kızına bakamıyor, karısını hatırlattığı için. Yeni Zelanda da bir kabilede yaşıyorlar, dedesi var küçük kızın, kabilenin yeni liderini belirlemek için eski bir atalarının ruhunun kimde olduğunu bulmaya çalışıyorlar ama sadece erkek çocukları deniyorlar bizim ufak kız ise ruhun kendisinde olduğundan emin. Erkek dünyasında sıyrılıp kendini kanıtlamaya çalışıyor en çok da çok sevdiği dedesine.. Off çok güzeldi yaa, kızcık acaip iyi rol yapıyordu.


4- Fight Club: (Dövüş Klubü) Yani Fight Club üzerine laf etmeye de gerek yok değil mi? Hakkında söylenebilecek her tür övgü söylenmiştir sanırım. Ben sadece dönem dönem özleyip tekrar izlediğimi belirteyim.Favori sahnelerim Edward Norton un uykusuz olduğu sahneler ve kendini müdürünün odasında dövdüğü sahne. :)

5- Funny Games: (Ölümcül Oyunlar) Bu film apayrı bir post konusu, Haneke de öyle. çalakalem yazmıyım ama en sevdiğim filmlerden. Şiddet sahnelerinde açık hiç bir şey göstermediği halde bu derece dehşete düşüren, kendine bu kadar çeken başka film yoktur yaa.

Daha o kadar o kadar çok var ki, bunlar ilk aklıma gelenler.. Daha Donnie Darko, Usual Suspects, Selvi Boylum Al Yazmalım, Crazy, Kaç Para Kaç, Mustafa hakkında her şey, Karpuz Kabuğundan gemiler yapmak, Aşk ve Sigara, American Beauty, Eternal Sunshine of a spotless mind, vb vb durdurun beniii. :)

Şimdi de sobeleme vakti ehihihi:Deriella, Esther,Limonağacı, Noni, D-Chic, Choking-Candy, Miso Hocam, Gaykedi, Nakhar, Diagonel, Lounge Time.. Topunuzu birden sobeleyebilir miyim? Neden olmasıın :)

Sevgilerr..

Monday, April 02, 2007

LA LALAALAA


Bugün yine geç kaldım. İşimle evimin arası çok açık olduğu için (aa kelime oyunu yaptım :)) azıcık bile geç kalkmak, işe bir saat geç kalmaya yol açabiliyor, değiştirdiğiniz araç sayısı ve bayıldığınız taksi paraları da cabası.. Çok keyifsiz açıkçası.. Bir de böyle durumlarda işi arayıp haber vermeyi sevmiyorum çünkü sesim çok ağlak çıkıyor kendimi ilkokulda hissediyorum. Iyy çok sinir. Neysem bugün 10.00 da geldim işe ve hala ne olup bitiyor burda farkında değilim.. Dublaj Türkçesiyle ifade edersek: "Hey biri bana burada neler olduğunu anlatabilir mi adamım?" sanırım biran önce "o koca popomu kaldırıp çalışmaya başlamam gerek" ama önce bir kaç satır yazayım..:)

Geçen hafta bildiğiniz gibi sunumum vardı. Allahım ne stresli iş, birkaç gün ruh gibi gezdim ve deliler, çılgınlar, bizonlar, vizigotlar gibi yedim..Sunum zamanı geldiğinde de elimde projeksiyon cihazının kumandası, tirtir titreyerek başladım ve o da ne, sesim az çıkıyordu, hemen görevlinin yardımıyla bana mikrofon takmaya başladık, yani bir an sahneden kayboldum arkada mikrofon takmaya çalışıyoruz ama ellerim titrediğinden bir türlü takamıyorum sonunda görevli takmak zorunda kaldı biraz samimi olduk yani ama benim görecek halim yoktu bu durumu, sonra yeniden çıktım, bir süre heyecanlıydım sonra geçti, hatta direk kendim oldum kısa sürede ve kahvede arkadaşları ile konuşan kabadayı rahatlığında mevzuya girdim :)) Komikti, ben eğlendim, insanlar da çok sıkılmadı sanırım. Genelde iki tip surat vardı karşımda, birinci tip, çok ilgilenen oyunu anlıycam diye kasanlar bir de kaykılıp sırıtan ve daha ne yumurtluycak bakalım afacan şeklinde bakanlar.. İyiydi yani. :) Yanlız yöneticim çok sallandığımı söyledi heyecanlanınca bir sarkaç olma olayım var. Sallanıyorum. Neyse, güzel bir deneyim oldu.

Bu arada ataletle savaşım çok da süper geçmiyor, hala yiyorum, hala birşeyleri erteliyorum, Pazar günü mesela yani dün, tüm gün yatıp TV, DVD, Dizi izledim, hatta "Şarkı söylemek lazım" şeklindeki şapşalll programı bile izledim.. Sonlara doğru gözlerim şeşibeş bakıyordu ve kanapede uyuyakaldım ama uyanınca laptop kucağımda yattım ve iki bölüm daha "Dr. House" izledim. Bu arada ne dengesiz insanım, o kadar aşık olduğum Dr.House a gıcık olmaya başladım. Görünce filan bazen "Tüü tipsiz, bi traş ol bee" filan diyorum. Niye böyle oldum bilmem, izlemekten de geri kalmıyorum. Sanırım eski sevgilisini baştan çıkarıp sonra "yok ben seni mutlu edemem, kocana dön" geyikleri çevirmesi beni soğuttu. Basiretsiz insann..

Cumartesi arkadaşlarımda Gloria Jeans de kahve içerken oturduğum yer aynanın önüydü ve birden kendimi görünce kötü oldum, normalde kendimi otururken pek görmüyorum tabii aynada. Birazcık korkunç görünüyorum. Yani ben azcık ürktüm. Sonra insanların beni benden çok gördüğünü yani büyük ihtimalle bu halime alıştıklarını düşündüm ben çok görmediğimden alışmamıştım ondan dehşet duyuyordum. Off öyledir di mi? Bilmiyorum bazen çok kötü oluyorum bazen hiç önemli gelmiyor.

Dün gece "In her shoes" diye bir film seyrettim, Toni Colette, Cameron Diaz oynuyordu, romantik komedi gibi göründüğünden seyredeyim kafam boşalsın diye koydum ama dram çıktı film.. Bana da bu yakışır :) Filmde Cameron Diaz ın şiir okuduğu bir sahne var. Şiir mükemmel. e.e. Cummings in.. Hemen buraya taşıyım dedim. Herkes İngilizce bilmek zorunda olmadığından Türkçe çevirisini de ekledim ama şiirde çeviri, aslı gibi güzel durmuyor doğrusu. Varsın olsun.


i carry your heart with me

(i carry it in my heart)

i am never without it (anywhere i go you go, my dear; and whatever is done by only me is your doing, my darling)

i fear no fate (for you are my fate, my sweet)

i want no world (for beautiful you are my world, my true)

and it's you are whatever a moon has always meant

and whatever a sun will always sing is you

here is the deepest secret nobody knows (here is the root of the root and the bud of the bud and the sky of the sky of a tree called life; which grows higher than soul can hope or mind can hide) and this is the wonder that's keeping the stars apart
i carry your heart

i carry it in my heart..


taşırım kalbini yanımda

(taşırım onu kalbimde)

asla onsuz değilim(her nereye gitsem sen de gidersin, sevgilim;ve her neyse yapılantek başıma senin yapıtındır, sevgilim)

korkmamhiçbir yazgıdan(çünkü yazgımsın, tatlımsın)

istememhiçbir dünyayı(çünkü güzel dünyamsın, vefalımsın)

ve ay daima her ne anlama geliyorsa sensin o

ve günes daima her neyi şakıyacaksa o sensin
işte en gizli sır kimsenin bilmediği(işte kökünün kökü ve goncasının goncası ve göğünün göğü hayat adlı bir ağacın;öyle ki büyür odaha yükseğe umabildiğinden ruhun ya da gizleyebildiğinden aklın)

bu mucizedir işte yıldızları birbirinden ayrı tutan
taşırım kalbini

(taşırım onu kalbimde)