Tuesday, May 29, 2007

GECE TRENLERİNE BİNME- KAYBOLURSUN


Doktora gittim, bişiyciğim yokmuş.:)

Hatta hastalık hastası teyzeler gibi hissettim kendimi. Doktor daha doğrusu profesör şöyle bir ayağımı muayene etti, herşey normal görünüyor dedi, sıcaklık hissine de pek bir açıklama getiremedi ama çok da önemli bulmadı. Dizimi söyleyince ise "Kilitleniyor mu?" dedi "Hayır" dedim, "Merdiven inip çıkarken dayanılmaz ağrı var mı?" dedi, "Hayır" dedim, o zaman sorun yok küçük ağrılar herkeste zaman zaman olur dedi, ben kem küm edince de "İstiyorsanız yatın muayene edeyim ama yoktur birşey" dedi, Allah allah sanki meraklıyım muayene olmaya, hayır dedim tabii içim rahatladı.. Profesör olduğunu belirtmemin nedeni şu bence, eski doktorlar elle muayene ile filan biliyor ve küçük ağrıları büyütmüyorlar, gençler ise burnunuza 15 kan testi, 35 efor testini sokup şunu şunu yaptırın diyorlar, kendi hipotezime göre kendilerine güvenmedikleri için..Yaa böyle de harcarım modern tıbbı :))

Neyse iyi oldu, içim rahatladı.Diğer sıkıntılar arada nüksediyor arada iyileşiyor, bilmiyom.. Genel bir anlamsızlık hissi hakim ama alıştım buna da.. "Dertleri zevk edindim bende neşe ne arar" şaka şaka o kadar da değil..Sadece hayatımı sürükleyecek bir lotomotif yok, vagonlar kendi arasında kaynatıyor, kah ilerliyor kah duruyorlar..

Bazen tüm insanlığa düşman, septik, huysuz bir canavar bazen de ipek gibi yumuşak, çiçeklere öpücük gönderen, mide bulandırıcı bir sevgi böcüğü olma halleri arasında sarkaç gibi gidip geliyorum.

Yalnız tatil hayallerime gelince tam harika bir zamanlama yapmış işten izin alıyordum ki, düşündüğüm zamanda regl olacağımı farkettim.. Lanet olsun yav..Kadın olmak böyle alakasız bir meselede bile çelme takabiliyor insana..

Yemek konularına gelirsek, hımm gelmesek mi? E iyi gelmeyelim.. Yemek için şu şiiri ithaf edelim:
Nerede ne zaman kaç kere yaşadık

Nasıl bir sevdaysa eskitememiş yıllar

Bitirdiğimiz herşeye yeniden başladık

Dudaklarımızda birbirimizden mısralar
Atilla İlhan..
Yemeklere bir de şiir yakıştıran ilk obez olarak tarihe geçmek isterim..

Monday, May 21, 2007

Öyle, evet..


Canım sıkkın..

- Ayağıma arada sıcak su döküyorlar sanki, arada bir ısınıyor durup dururken ve tek ayağım.. Çok garip. Bir dolaşım bozukluğum mu var, yoksa şişmanlıktan gelen bir yük kaldıramama olayı mı? Anlamıyorum sinirleniyorum. Bir de dizim ağrıyor. Onu da anlamadım.

- Yeğenimi özledim hafta sonu onların evine gittim, İstanbul da evleri var ama şu anda Ankara da iş arıyor ablamlar. Burdaki evi havalandırmaya gittim ve tabii evde minişin kıyafetleri vardı. ben bunları görünce bir fena olmayım mı, burnumun ucu sızlamasın mı, Brokeback Mountain daki kovboy gibi yeğenimin tişörtlerine sarılmıyım mı.. Çok fena çok :( Çok seviyorum seni minik yaratığım, İstanbul da olmaman senin mutluluğun için yetişmen için daha iyiyse, hiç mühim değil seni özlemem filan. Ama mutlu olmanı çok istiyorum, bir tanem, canımın fındık içi.. (off gene ağladım iyi mi..)

- Rejim yapıyordum cici cici, bozdum binge episode larım sıklaştı. Düşman başına bu kilo sorunu, hatta düşman başına bile değil, düşmana da yazık..- İşyerinde motivasyon sıfırın altında. Toparlamalı.

- İnsanlardan sıkıldım, bunaldım.

Beni tatile götürün tamam mı? Ama götürün orda bırakıp dönün, yanımda kalmayın.

Yalnız kalmak istiyorum, nefes almak istiyorum.

Friday, May 18, 2007

Analar Neler Doğuruyor


Şimdi bu provokatif başlığın sonrasında benden hafif müstehcen hafif şakacı ciddiyetsiz bir post beklersiniz di mi? Nihahahah, dört başı mamur bi sinema eleştirisi yazıcam aksine, savulun :)

Şimdi filmimiz "Fountain"- "Kaynak" Darren Aronofksky abimizin - ki kendisine Pi filminde bayılmış, "Requem For a Dream" de bayılmasak bile, çekim açısı ile bizi film boyu gerim gerim germeyi başarması, tempoyu düzenli bir şekilde arttırıp bizi bizden almasıyla takdir etmişizdir- son filmi.. Bu filme nasıl bir beklentiyle gittiğimi anlatamam. Hem Darren abimizin filmi, hem konu ilginç, ölümsüzlük, hem fantastik hafif masalsı bir dili var gibi görünüyor uzaktan.. Pek çekici, pek albenili bir film. Hem başlığımızın sebeb-i harikası olan Hugh Jackman beyefendi filmde arz-ı endam ediyorlar.. Bir nevi ballı börek..


Bu beklentiyle gitmemin de etkisi vardır muhakkak ama filmde umduğumu bulamadım a dostlar. Tamam görsellik süper, tamam çekim açıları felan RFAD kadar olmasa da güzel, tamam Hugh (canım benim) çok güzel oynamış, bir nevi döktürmüş ama olmamııış, olmamış işte.. Çünkü bence en önemli unsur olan hikaye güdük, senaryo boşluklu, güzel değil, filmin atmosferi kurulmuş ama bu atmosfer size geçmiyor. Ne anladım ben öyle filmden, ben filmin senaryosu sağlam, hikayesi anlamlı ve size birşey ileten, meramını güzel anlatanını severim.. Ha bir de Hugh gibi zeki çevik ve ahlaklı oyuncuları olan..(oy oyy hormonlar aldı başını gitti a dostlar)


Filmin üç uzamlı bir anlatımı var, biri günümüzde geçiyor ve orda karısının beyninde tümör olan bir doktor karısını iyi edebilmek için hastalığın çaresini arıyor, maymunlarla deney yapıyor ve zamana karşı yarışıyor. İkincisi, günümüzdeki kadın aynı zamanda yazar ve son eseri "The Fountain" ı adam okurken okuduğu şeylerin canlandırmasını izliyoruz, orda adam bir tür Kara Murat ama Fatih in değil İspanya Kraliçe'sinin fedaisi, İspanya Karaliçesini de karısı canlandırıyor ve adamın burdaki misyonu ölümsüzlüğü mümkün kılan Hayat Ağacı nı bulmak. Üçüncü boyutta ise adam astronot ve gelecekte geçiyor, üçüncü boyutu çok anlatırsam film hakkında çok bilgi vermiş olabilirim. Kısa kesiyorum onu. Ama burda bir baloncuk tarzı bir uzay gemisi içinde Lotus pozisyonunda seyahat eden adamı görüyoruz. Hugh Lotus pozisyonu için 5 ay çalışmış, disiplinlim benim, ama hakkını da vermiş yani..

Filmin kurgusu bu üç uzamda güzelce dağılmış, eh kurgu da güzel ama bana öyle geldi ki Darren yutamayacağı kadar büyük bir lokma ısırmış, hem Maya efsanelerini, hem bir romanın canlandırmasını, hem ölümsüzlük ve yaşlanmayı durdurmayı, hem aşkı, hem sadakatle birini sevmeyi, hem reenkarnasyonu anlatmaya çalışmış, hiç birinde derinleşememiş, hiçbirini (bence) içselleştirememiş ve yüzeyde kalarak görselliğe sığınmış.. ("Bak bak ukalaya bak, onca emeği böyle uzuun süslü püslü cümle yazarak attı çöpe, hadi Darren yüzeyde kaldı sen ne ürettin?" diye çemkirdim kendime bir an, sonra geçti :))

Görsellik Allah için müthiş ama senaryo kötü.. Otur Darren, daha çok çalış :))) Bütünlemeye daha iyi bir filmle gel..

Ukala dümbeleği Talisman :)

Tuesday, May 15, 2007


Şu aralar neleri seviyorum: (şu aralar dedim çünkü tabii ki sevdiğim şeyler değişip duruyor :))
- Serviste deli gibi radyolar arası zap yapmak (Başım döndüüü :))
- Famous Blue Raincoat ve Chelsea Hotel (Ahhh Leonard Abii)
- Çamur dan "Yara" .. (Bak burda ne varr,Bir deriiin yaraa)
- Goksel' den "Yağmur Yağıyor" (naif kadınım benim)
- Peggy Sue ve Hayaletler (çocuk kitabı okurum ben bol bol bu yaşımda da, pişman değilim :))
- Kahve Dünyası (Çikolata Fondü- Leziss)
- Hasan Ali Yücel Klasikleri serisi (nasıl güzeller, çocukluğumuzdaki Altın Kitaplar gibi)
- Kuru İncir ve kuru kayısıyı fındık veya cevizle yemek
- Christine (Kıskanç araba, kindar cazibe :))
- Reha Erdem (Korkuyorum Anne- Beş Vakit)
- İğde ağacı kokusu (Bahar geldiiii :))
- Rufus Wainwright (Bebeğiim, ne yazık ki ondan bana fayda yok ;))

Friday, May 11, 2007

Haneke' ye Güzelleme




Görüyorsunuz güzellemelere doyamadım.. :)
Bugün de size dostlarımdan Haneke' yi tanıştırmak istiyorum. Burjuva düşmanı, iç kıyıcı, kalbinizi film boyunca elinde tutup arada acımasızca sıkan, hatta film bittiğinde bile bir süre bırakmayan yönetmen..
Benim kendisiyle tanışmam "Piano Teacher" filmi iledir. Seyrettiğim filmleri unutan biriyim ben ama bu filmin pek çok karesi daha az önce izlemişim gibi gözümün önündedir, ne kadar gitmelerini istersek o kadar kalıcı mı oluyor bu görüntüler bilmem ama hatırladıklarım çok feci bir tecavüz sahnesi, çok travmatik bir annekız ilişkisi, korkunç bir banyoda jilet kullanımı, hepsini hatırlıyorum. Ama bu korkunçluklardan daha fazla beni etkileyen şey çok yaratıcı bir kötülük. Şöyle ki, orta yaşı geçmiş piyano öğretmeni hep bir virtüöz olmayı özlemiş ama başaramamış, virtüöz olabilecek çok yetenekli bir kız öğrencisi var ve öğretmen öğrencisini ölesiye kıskanıyor. Sonra bir gün öğrencilerin paltolarının asılı olduğu odaya giriyor, cebinden bir mendil ve bir cam bardak çıkarıyor, bardağı mendille sarıp mendili ayağında eziyor yani cam bardak mendilin içinde parça parça oluyor ve bu mendili öğrencisinin paltosuna koyuyor. Öğrenci paltoyu giyip elini cebine sokunca daa.. Eh sayısız kesikli bir el ve bir elin piyanodaki önemini biliyorsunuz.. Nasıl bir şeytanlık bu, nasıl akıl edersin, nasıl bir hamleyle birinin tüm hayatını harcarsın.. Bu ne dehşetli bir duygudur, bu derece kıskanmak..Hala düşündüğümde ürperirim.Böylece sevdim Haneke' yi, filmden sonra boğazımda bir yumru oluşturmasını sevdim belki biraz mazohist bir tip olarak..


Sonra Funny Games geldi. İki temiz giyimli, temiz yüzlü, golf kıyafeti giymiş delikanlının, anne baba ve çocuktan oluşan burjuva ailenin yazlıklarının kapısını yumurta istemek için çalması ile başlayan film. Yumurta isteme ile başlayan macera iki çocuğun aileye yaptıkları türlü çeşit çokca psikolojik işkence ile devam ediyor. Benim sinema deneyimlerim arasında çok çok özel bir yere konuşlanmış bir film o.
Nerden başlasam, bir kere Haneke bu filmle, önünüze kocaman bir ayna koyuyor, kendinizi en çirkin özelliklerinizle görebileceğiniz. Ve bu aynada gördüklerinizden nefret ediyorsunuz. İçinizde bir röntgenci var ve bu röntgenci şiddet sahnelerinde daha fazlasını istiyor. Bunu keşfediyorsunuz ama yönetmen sizi ters köşeye yatırıyor. Dehşet duygusunu kesinlikle şiddet görüntüsü olmadan yaratıyor ve bu dehşet normalde Hollywood filmlerinin kan banyosu plastik dehşet sahneleri gibi değil, aileye yapılanlar size yapılmış kadar sıkılıp geriliyorsunuz.. Hele psikopat çocuklardan birinin arada kameraya dönüp attığı psikopat bakışlarda gerçekten sizi görmüş gibi hissederek ürperiyorsunuz. "Seni yakaladım" diyen bakışlar, "Keyifle röntgenliyorsunuz değil mi, yakaladım seni" bakışları.. Ben sonunda sesli tepki bile verdim, "Ya git be, manyak mısın?" şeklinde bir cümle çıktı ağzımdan, kimle konuşuyosun şaşkın Talisman..(Aşağıdaki o bakışlardan ) Ve olanlardan acaip dehşete düşmüşken kendi kendime "Ama bunlar gerçek değil ki, film bu" filan şeklinde çocuksu teselliler verirken bu iki kafadar gerçek ve kurgu hakkında felsefi bir tartışmaya girişmezler mi? Kurgu olan gerçekten kurgu mu gerçek olmadığını kim biliyor gibi konuşuyorlar.. Dehşete düştüm, duydunuz mu beni ne oluyor, bu kadar da insanın psikolojisi ile oynanmaz ki.. :) Fazla acıdan midenize kadar yakan ama yine de çok hoşunuza giden yemeden duramadığınız acı yemekler vardır ya, onlar gibi bu film. Lafı yemeğe getirmeden duramıyorum görüyorsunuz :))

Ha bu arada Funny Games te başrollerden birinde Ulrich Mühe oynuyor, Başkalarının Hayatı' nda harika oynayan adam. Hastasıyız.

Bir de Haneke' nin Cache filmi çok güzeldir, ama o tamamen ayrı bir yazının konusu..

Funny Games i seyrettikten sonra Haneke sineması ile ilgili bir manifesto yazmıştım. Güzellememi onunla bitireyim :)
Sevgiler.

HANEKE FİLMLERİNDEN ZEVK ALMANIN 10 YOLU
1- Sinema ile ilgili bildiğiniz herşeyi unutun..
2- Çatışma yaratılır, çatışma çözülür, seyirci hislenir filan beklentileriniz varsa, seyretmeyin, zamanınıza yazık.
3- Burjuvazi nefretinizi bileyin. Öyle bir nefretiniz yok mu, bırakın bu filmi, deli misiniz?("Kendim küçük burjuva iken yine de nefret edebilir miyim" sorusuna henüz ben de cevap bulamadım..Zorlamayın beni, gelmeyin üstüme..)
4- Uzun planları sevmeyi öğrenin.
5- Kahramanlarla özdeşleşmek gibi bir alışkanlığınız varsa değiştirin.
6- İçinizdeki röntgenci ile tanışmaya hazır olun.. İçinizde röntgenci yok mu, güldürmeyin Haneke yi allasen..
7- Filmde herhangi bir konuda merak içindeyseniz, hiiç umutlanmayın, sonunda aynı merak içinizde olduğu halde filmden çıkacaksınız.
8- Filmdeki bir karakterin ruh durumunu görüp, bu insan nasıl bu hale gelmiş acaba neyse ileride açıklanır demeyin, kendi açıklamanızı bulun..
9- Şiddet görüntülerine ağzının suyu akan kitle içindeyseniz bilin ki Haneke gösterip vermeyecek, hatta hiç göstermeyecek, bir kez de görmeden dehşete düşme deneyimini yaşayın.
10- Haneke' ye küfretmek de bir zevktir, film sonunda ağız dolusu küfredin.Mutlu edin Haneke' yi, o da bunu istiyor.

Monday, May 07, 2007

Breathtaking!


Sevgili günlükçüm,

Bir an için biyolojik yaşımdan sıyrılıp, değineceğim konudaki olgunluk yaşım olan 15-16 ya uzanacağım ve sana bir sır vereceğim. Heyecanlandın di mi? :)

Şimdi günlüğüm bizim sınıfta bi çocuk var, eh tamam abarttım, yani bizim şirkette sevgili bir meslektaşım var.. İşte o var ya, saçlarını kestirdi ve aman tanrım bir içim su oldu.. Barbara Cartland terminolojisiyle ifade edersek onu gördüğümde nefes almayı unutuyorum.

Daha önce de sana çok pis platonik aşık olduğumu söylemiştim ya günlükcan, bu da ona benzer ama bu platonik aşk pattern ımda bir değişiklik de gözlemliyorum. Eskiden tüm platonik aşıklarımla can ciğer arkadaş olurken buna hiiç yaklaşmıyorum. Bir de hiiç belli etmem, o yüzden de arkadaşlığımız hep sürer.. Birinin düğününde deli gibi göbek atmışlığım birinin çocuğunu kucağımda zıplatmışlığım vardır. Kimi en yakın arkadaşımla beraber mutludur,
kimi kendi platonik aşkını bana anlatıp anlatıp ağlayarak beni deli eder. İki tane de aşkımı dayanamayıp söylemişliğim vardır.

İlkinde ben bunu arayıp yurda çağırmıştım çimlerde oturuyoruz ben stresten çim biçme makinası gibi çalışarak 10 mtr civarımda tüm çimleri yolarken bir yandan da meramımı
anlatmaya çalışıyorum, aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Ufak tefek muhabbet sonra,

Ben: Ya ben sana aşığım..Sessizlikk..

Gafil İnsan: Ehm şey aslında benim duvarlarım var..

Ben: Hööö?? (hücre duvarından mı bahsediyo acaba, ondan hepimizde var) Nası?

Gafil İnsan: Yani işte o duvarlardaniçeri birini sokmaya hazır değilim..

Ben: (yuhh sana içimizi açıyoruz sen entellektüel sayıklamalardasın..) Haa evet duvarlar.. Hanngimizin yok ki? (sinir bozukluğundan gülme efekti eşliğinde)

Gafil insan: Başka kızlar da vardı aslında bana açılan ama işte hazır değilim..

Ben: Hadi yaa, biz bi fanclub kuralım bari ehihih (şebek mode on) Sen şimdi bana vermiyomusun yani? (terbiyesiz ayrıca seviyesiz mode on)

Gafil İnsan: ??..? (dumur dumur dumur)

Böyle sonuçlanmıştı ilk aşk itirafım işte ama iyi olmuştu bi ferahlamıştım..

İkinci de bunun kadar olmasa da trajikomiktir.

Ben: Ben sana aşığım.

Gafil İnsan2: Haa? Nası? Eee ben yani teşekkür ederim..

Teşekkür etti adam yaa, inanamamıştım :)))

Neyse konuyu dağıttım ben, konu "aşk hayatımdaki hüsranlar" değil nefes kesici iş arkadaşımdı değil mi? Evet işte böyle günde 3-5 kez nefesim kesiliyor aslında çok rahat arkadaş olabileceğim, anlaşabileceğim biri ama ben artık yeni bir platonik aşk-arkadaş istemiyorum, bari uzak olsun, bir değişiklik olsun..

Ha karşılık veremez mi derseniz, çok zor derim, her ne kadar iç güzellik vb çok önemli dense de dış güzelliğin de hatırı sayılır bir etkisi varken ve ben sözkonusu şahsın 2 katıyken (hadi 1,5 diyelim) pek mümkün değil. Gerçekler acıdır. Valla küçük Emrah edebiyatı yapmıyorum, sadece böyledir işte.. Belki ben bunu önemsemeyip ona göre davransam olabilir ama ben de o kadar kendine güvenli bir şahsiyet değilim aksine aşık olunca gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi bakakalan bir şahsiyetim..

Murathan Mungan durumu güzelce özetlemiş aslında :)


Bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğum,

Bildiğim ancak aşıkken var olduğum...

İşte bu yüzden, benim için aşık olmak;

Çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.

'Eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar

Hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '

Demiş La Rochefoucauld

Benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...


Her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim

Bir bakıştan, bir duruştan,

Çağrışımın sonsuz hızından

Unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.

Belki de yaşanabilecek en güzel serüveni

Terk edeceğim

Daha otobüsün ilk basamağında.

Kim bilebilir ki?

Sonrayı, sonrasını kim bilebilir?

Gizli gizli veda edeceğim ona; görmeyecek

Ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim

Otobüs camına bağrında bir ok ile

Bir aşk levhası çizecek, ah min-el!

Bu da ötekiler gibi,

Kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden

Yaşayıp gidecek..

Friday, May 04, 2007

Stephen King e Güzelleme

I feeeel goood.. Nırınırınırırııııımmmm...
Ortadoğu ve Balkanların en değişken ruh halli insanından merhabaa :) Dengesiz değil hişşt çok ayıp "değişken ruh halli", lütfen..Çok iyiyim ben yaa. Ne biliyim ortada bişey de yok ama. İyi olasım tuttu.
Belki de Stephen'cim King'cim iyileştirmiştir beni..Çok seviyorum ben bu Stephen i.. Şimdi diyebilirsiniz ki hayatının 30 yılını insanları korkutmaya, germeye adamış bir insan nasıl ruhu iyileştirebilir.. Çok yanılıyorsunuz, tamam Stephen King gerilim yazar korku yazar ama onda gerilimden, korkudan çok daha fazlası var. Bir kere büyüme sancısını bu kadar güzel anlatan bir yazar daha yok. Eh benim gibi bu yaşında bile büyümeye çalışan, tökezleyen biri için bulunmaz bir nitelik. İnsan ilişkilerini çok iyi analiz eder bu Stephen, öyle vurucu şeyleri yakalar ki, muhakkak yaşamışsınızdır anlattığı şeyi ama ad koyamamışsınızdır. Ya da öyle "kötü" bir düşüncedir ki, dile getirmek şöyle dursun kendinize bile itiraf edememişsinizdir. Sonra romanda aynı düşünceyi hissi görürsünüz, şaşırırsınız başka insanlar da böyle hissedebiliyor demek diyerek. Bazı kaygılarımızın, kaçamak düşüncelerimizin nasıl da insani olduğunu görürsünüz.

Bir de çok şaşırtır insanı. Hani romanlarda filmlerde içinizde gizliden gizliye bir güven olur ya, baş kahramanı çok sevmişsinizdir ve kötü durumlara düşse de o başkahraman olduğu için yazar ya da yönetmen ona dokunmaz sonunda sıyrılır bunlardan diye düşünürsünüz, böyle içinizi soğutursunuz ya, bu hain Stephen el hak izin vermez buna. Çok sevdiğiniz özdeşleştiğiniz, derdine üzüldüğünüz kahramanı pat diye öldürür.. Nefesinizi sıkıştırır, "Alacağın olsun bee, nasıl kıydın, bi daa okumuycam senii" dersiniz. Yalandır tabii, okursunuz. Yoktur öyle konfor yani, başkahraman o kurtulacak, yok yaa, ..ok kurtulacak.. Böyle bi psikopattır bu..

Kendi de bol bol fobilerden nasibini almıştır. Örümcekten, kapalı yerden hatta korkmaktan korkar. Kitaplarında da bol bol fobi izi vardır. Ama bu psikopat haline rağmen, 2 çocuklu gayet normal bir aile babasıdır da.. Karısı ile uzun yıllardır mutlu mutlu yaşarlar. Bir trafik kazası geçirip yüreğimizi de hoplatmışlığı vardır ama şimdi sapasağlam şükür.
Bu arada okuyan kapı komşuyuz filan sanar,ama olsun, beni tanımasa ve tanımayacak bile olsa dostumdur o benim.


Bu dostumun kitaplarını film haline getirmeye çalışan talihsizlerden ancak Stanley Kubrick alnının akıyla işin içinden çıkmıştır. "The Shining " gibi süper bir filme imza atmıştır. Diğerleri talihsiz çünkü kitabı okuyunca o tasvir zenginliğinden o kadar etkilenirsiniz ki, o dünyayı size hayalinizdeki gibi verebilecek yönetmen çok azdır. O yüzden filmleri başarısızdır kitaplarının. Ha bir de "Hayvan Mezarlığı" iyidir. Ama kitap kadar değil.
Benim mahlas Talisman da bir kitabının ismi zaten. Tılsım anlamına geliyor. O da enfes bir büyüme öyküsü.
Bir de tabii Stephen' im deli yaratıcıdır. Nasıl bir beyinse her kitabında şaşırtır insanı, hepsinde bir ürkütücü yaratıcılık mevcuttur.
Böyle coşmamın sebebi Robinson da daha önce okumadığım bir kitabını bulmam ve neşeyle okumaya başlamam. "Christine" Bir Plymouth 1958 ama belki de çok daha fazlası.. Ucuz bir reklamcı gibi konuştum dostuuuumm..
Okuyun Stephen i, okuyup da pişman olan kimseyle tanışmadım..