Tuesday, October 30, 2007

Karışık


Aşk içre olmayı özledim. Aşık olduğum bir kişiyi değil ama aşık Talisman' ı özlüyorum. Tanısanız siz de seversiniz onu. Enerjik ve sırıtık bir insan. Normal Talisman'la sırıtıklık konusunda ortaklar ama aşık olan abartıyor bir de normalinde enerjinin e si yoktur. Daha doğrusu seçici enerjikliği vardır. Sinemaya yetişiyorsa, yemeğe gidiyorsa, özellikle sucuk-ekmek yemek aklına takıldıysa (bunun için kış vakti, soğuk ve yağmur çiseliyorken bir saat yürüme macerası vardır.) bir enerji topu da olabilir ama öyle genel bir enerji hali? Iıııh zinhar yoktur, sakindir aheste aheste yürür, hatta bazen yardan yuvarlanır gibi yürür. İçine kaçan Oblomov onu öyle yürütür yoksa masum o :)
Aşık Talisman' sa mide bulandırıcı her aşık gibi havada yürür, işlerini zerafetle halleder, erken yatar, erken kalkar, bir yumurtayı sütle çırpar, tüm bunları yaparken de tek kişiyi düşünür, o yüzden de suratında hiç silinmeyen bazen daha büyüyen bir sırıtış olur. Ha bir de kilo verir, yemekleri aldatır çünkü, düşünmemeye başlar. Halbuki yemekler çekildikleri köşede sıranın kendilerine gelmesini beklerler, hiç bir zaman cenk meydanını terketmezler, bilirler ki onlar kalıcıdır, bilirler ki Talisman sefil olduğunda, kalbi kırıldığında, herşeyin baştan beri kendi yaratısı olduğunu anladığında, koşa koşa onlara gelecek ve hiç ayrılmamışlar gibi olacaktır herşey.. Yemekler çok sevdikleri Talisman'ı çepeçevre kuşatıp korumaya alırlar sonra, kalkan olurlar, gelebilecek tehlikelere karşı donatırlar, yerleşirler, acı çekme ihtimalini en aza indirmek için Talisman'ın içine yerleşirler.. Zamanla o kadar yer kaplarlar ki, onlardan başkasına yer kalmaz..
Aaa yazı aldı başını gitti, hiç aklımda yoktu yemeklerle aramdaki ilişkiyi deşmek, neyse bıraktım yazıyı rahvan gitsin..Hiç birşeyin dümeninde olmaya hevesim yok şu an, kendi yazımın bile..

"sil gözünün yalnızlıklarını
O an fısılda duvarlara adımı
Bin bıçak var sırtımda
Biniyle de adaşsın, her biri hayran sana."
Persepolis'i seyrettim, çok sevdim çok.. İnsana o kadar çok şeyi hatırlatan bir film ki.. Özgürlüğü mesela, (barışa, serbestiye doğduğumuz için pek de kıymetini bilmediğimiz özgürlüğü) yabancılığı, (kendi yurdunda da , elin yurdunda da), birtanecik babaanneciğimi, (filmde harika bir büyükanne var, göğsünde yasemin çiçekleri taşıyan, komik ve bilge biri) Güzel film, güzel çizimler, hem çok komik hem de hüzünlü.. Yine ağladım zırıl zırıl..

"Kaybettim bugün kendimi hükümsüzdür
Sonu yok bunun, boşluklardan boşluk beğendim
Vazgeçtim bugün herşeyden,halsiz şu kalbim
Kan revan içinde hep kanamaz denen yerlerim

Hem suçsuz hem güçsüz hem halsiz"


Across the Universe' i seyrettim. O da savaş yanlısı ve savaş karşıtı kişilerin nasıl zaman içinde aynı olabileceği üzerine idi. Harika Beatles yorumları ile.. Hele bir "I wanna hold your hand" var ki, offf.. Bir sürü süpriz var içinde filmin. Kahramanları Jude ve Lucy.. ("Hey Jude, don't make it bad" ve "Lucy In The Sky With Diamonds" :)) Bu filmle cahilliğim de ortaya çıktı, Beatles ın "Strawberry Fields Forever" ının anlamını yeni çözdüm. Vizyona girecek, seyredin bu güzelliği. Hiçbirşey yoksa müthiş yorumlu 33 Beatles parçası var, Bono var, iyi oyunculuk var. Ha bir de müthiş güzel bir başlangıcı var. (Bilgi: http://www.imdb.com/title/tt0445922/)

"Kal yanımda böyle sonbahar gelince
Soysuzlar içinde kalma yalnızlığım
Bak yenildik işte
Zamanı gelince kalkarız belki de
Dayan yalnızlığım"

Aslında küresel ısınma sadece insan ırkını kazıyorsa bu dünyadan, pek de kötü birşey olamaz. Yetmez mi kibirimizle bu gezegeni kirlettiğimiz artık? Bir de şişiniyoruz ki, "sadece insanda akıl var" hahh, akıl süper birşey ya.. Başımıza ne geldiyse o yarım aklımızdan gelmedi mi? Ne resmi bütünüyle görebiliyoruz, ne de bir resim olduğunun bilincinde olmamak gibi bir lüksümüz var. Matah şey mi bu akıl? Kimin işine yaramış? Ben gidip bütün muslukları açıyorum.. Hıh!


Not: Evet Emre Aydın dinliyordum yazarken.. Naif, şirin bir "şşş" düşkünü bence kendisi, bir de benzerlerinden daha "temiz". Şeyy evet, az da yakışıklı..

Sunday, October 21, 2007

Hadi len!


Düşündüm de benim depresyonum hep paket halinde geliyor sanki. Yani depresif hissedince artık klişelemiş hareketler yapıyorum yani benim kişisel tarihim içinde klişeleşmiş. Koşup Suede dinliyorum, koşup Pink Floyd- "Wellcome to the machine" dinliyorum. Tabii ki "Let Me Kiss You " yu da. Aptalca ama Harry Potter ın daha önce okuduğum kitaplarını okuyup Dumbledore' un Harry e öğüt verdiği sahnelerde gözyaşlarına boğuluyorum, mutlaka bir kez belki daha çok Fight Club ı seyrediyorum. Çok kötü sıkılırsam Marilyn Manson dan "User Friendly" yi dinliyorum. O da nedir öyle yaa..

Ve tabii son zamanların ritüeli, bloguma yazı yazıp ağlanıyorum.

Garip olan hiç günlük hayatımda yakın olduğum sevdiğim birine gidip dert anlatmıyorum. Koşarak uzaklaşıyorum onlardan.


İçine kapanık biri içinden sıkılırsa hayat çekilmez hale geliyor.


Aa ne güzel cümle kurdum lan.. (Herşeye rağmen maymunum :))

Uff

Çok sıkılıyorum, çok sıkılıyorum, deli gibi sıkılıyorum..
Herhalde kışa giriş depresyonu bu, illa ad vermek gerekse. Ya da başka birşey. Ya da ne? Bilmiyorum.
Çok sıkıldığımı söylemiş miydim?

Tuesday, October 16, 2007

Tideland- Pan' ın Labirenti- Ne istiyorsunuz bu küçük kızlardan ve sulugöz büyük kızlardan?


Deliresim var, aklıma mukayyet olsun diye sevdiğim filmleri çağırıyorum hem kaç zamandır da yazmak istediğim bir yazı bu.. Bir taşla iki kuş, hem söz verdiğim bir şeyi yerine getirmenin huzurunu yaşarken hem de varoluş problemime bir saatlik bir cevap bulmak istiyorum. İlki tamam da ikinci çok iddialı.. Zaten saçma da bir amaçmış tekrar okudum da.. -Varoluş problemi ne Allahaşkına Talisman? -Ya git bee canım burnumda.. - İyi lan..Altı üstü tatil sonrası işe gelme depresyonuna girmişsin bir de gizem yapıyorsun.. - Çekil git. -Küfretme, küfrediyosan sansürlü yazma, terbiyeli senii :)) - Yaa git..

Tideland 'i seyrettim ilk, evde, tek başıma.. Aslında çok önce sinemada kendisiyle randevumuz vardı, film festivali kitapçığında "Karanlık bir "Alice Harikalar Diyarında" masalı" olarak nitelendirildiğini gördüğümde tereddütsüz filmi seçmiş, bilet almış ama gitmemiştim. Neden? Canım istememişti işte, öyleyim ben, plan yapmayı da sevmem bu yüzden, heyecanla beklediğim herhangi birşeyden son anda vazgeçebilirim. Neyse evde izlemeye başladığımda önce pek zevk aldım, renkler harika, kamera açılarının yamuk yumukluğu cezbedici, konu ilginç.. Sonra yavaş yavaş oturduğum yerde bir kasıldım, hafif doğruldum, biraz daha geçti, yüreğime bir sıkıntı oturdu, biraz daha derken ben aynı anda suratımı ellerimle kapayıp hüngür hüngür ağlamak ve kapıyı çarpıp çıkmak istedim. İkisini de yapmadım kuzu kuzu bitirdim filmi ya da o beni..



Neden bahsettiğimi anlamak için filme bakalım biraz. Jeliza Rose, kahramanımızın adı, 7-8 yaşlarında tatlı bir kız, ilk başta bakıldığında normal mutlu ufak bir kız çocuğu gibi ama bu hayatı pek de normal değil. Uyuşturucu bağımlısı, işe yaramaz babası (mükemmel oynayan Jeff Bridges) ve histerik, melankolik, hasta, çikolata bağımlısı ve dengesiz annesi ile birlikte deyim yerindeyse ..ok götüren evlerinde yaşıyor Jeliza. Üstüne üstlük bağımlı babasının morfinini kendi eliyle yapıyor sanki çok normal bir iş yapıyor gibi, filmde ilk bu sahne ürpertiyor zaten.. Annesi ise bir an kızından af dilerken ikinci dakkada "çikolatalarıma dokunma demedim mii" şeklinde iğrenç ciyaklayıp kızı azarlayan bir kadın. Ama filmde en ürpertici olan şey aslında olaylardan çok Jeliza nın olaylara tepkisi, hiç de öyle kurban modunda ağlak bir kız değil, annesine katıksız bir nefreti hatta daha garibi umursamazlığı var, babasını ise çok seviyor ve morfin yapmak onun için çok doğal. Ağlasa sızlasa daha normalleşecek olaylar ama Jeliza herkesi olduğu gibi kabul etmiş, bebek kafaları ile sakin sakin yaşıyor.
Bebek kafaları Jeliza nın arkadaşları, normal Barbie bebekler fakat gövdeleri yok, Jeliza bunlarla konuşuyor arkadaşlık ediyor kendi evrenini kurmuş yuvarlanıp giderken annesi aniden ölünce- baba da Jeliza da olayı soğukkanlılıkla karşılıyor- evden taşınıp uzakta, kırda - köy de değil- terkedilmiş gibi duran sadece bunların evinin olduğu bir yere yerleşiyorlar. Ev olağanüstü pis, garip döşenmiş ve dökülüyor. Filme damgasını vuran bir toz, pislik ve karmaşa var ama bu görüntüler batıcı değil, sanatsal bir hijyen yokluğu :)



Jeliza burada yavaş yavaş hayatını kurmaya başlıyor yine bebek kafaları ile beraber, başına olmadık işler geliyor yavaş yavaş, önce babası ölüyor ama zinhar bunu kabul etmiyor küçük kız, cesetle beraber yaşıyor, evin yakınlarına keşif gezileri düzenlerken garip bir kadın ve gerizekalı kardeşi ile tanışıyor. O kadar insan ilişkisi yoksunu ki, sarılıyor bu gari insanlara dört elle ve gerizekalı çocukla aralarında ilginç bir ilişki oluşuyor.

Daha fazlasını anlatmam ayıp ve günah olur izlemeyenler için.. Jeliza nın hikayesinde iç burkucu olan çocuğun umarsız tutunma çabası, babasına, babasının cesedine, bebek kafalarına, tozlu aynalara nihayet gerizekalı sevgilimsi sine öyle acınası tutunmaya çalışıyor ki, yüreği sıkışıyor insanın.

Şimdi gelelim Tideland ile çok noktalarda benzerlik gösteren Pan' ın Labirenti ne.. Burda da küçük bir kızımız var, 10-12 yaşlarında. Babası ölmüş ve annesi, acımasız bir subay - El Capitan- la evlenmiş ve hamile. Ayrıca hasta.. El Capitan manyaklık derecesinde bir oğlu olmasını istiyor, üstelik bu oğlan yanımda doğmalı diyerek hasta kadıncağızı yola çıkartıp birliğin olduğu yere getirtiyor. Yol çok yoruyor anneyi. Oradan da anlıyorsunuz uğursuz şeyler olacak. Ofelia- küçük kızımız- mutsuz bir şekilde birliğin olduğu ormanda ilerlerken bir peri görüyor, periyi izleyerek Pan' ın Labirenti ne geliyor. Orada labirentin bekçisi Pan ile tanışıyor ve Pan onun bekledikleri Prenses olabileceğini söylüyor. Hikaye şu çok eskiden bir prenses, yeraltında hiç bir yalanın riyanın olmadığı ülkesinde yaşarken gerçek dünyayı merak etmiş ve ülkesinden kaçmış fakat dünyanın acımasızlığına dayanamamış ve ölmüş, fakat ülkesinde Prenses in başka bir zamanda başka bir bedenle geleceğine inanılmış, Pan ise prensesi beklemekle ve geldiğinde onu ülkesine geri götürmekle görevli. Fakat Ofelia nın prenses olduğunun kanıtlanması için bazı testlerden geçmesi gerekmekte..
Yine daha fazla anlatmıyorum fakat şunu söyliyim, filmde gerçek hayatta, El Capitan ın başrolde olduğu iç savaşı konu eden olaylar ile Ofelia nın hayal dünyasındaki olaylar elele harika bir kurguyla gidiyor, zamanı geldiğinde iki dünyanın çarpışması ise unutulmaz güzellikte.
Bu iki harika filmin ortak özellikleri ise şöyle:
- Alice Harikalar Diyarında ya göndermeler dolu ikisi de.. Kahramanlar küçük, kırılgan ve başlarına olağanüstü şeyler gelen iki küçük kız. (Fizikleri bile benziyor)
Torkunç kendi blogunda Pan' ın Labirenti nin Alice e göndermelerini çok güzel anlatmış, (http://torkunc.wordpress.com/2007/09/24/bergmanin-ruhu/#comment-718)bir bakın derim. Bu arada Capitan ın köylünün kafasını kırdığı sahne bana "Wild At Heart" ı hatırlattı..
- İki küçük kızda teselliyi hayal dünyasında buluyorlar, biri biraz daha hakim olaylara (Jeliza) bebek kafalarını istediği gibi kurguluyor, diğerinin hayalleri biraz tepesindeki tirandan etkilenmiş durumda..
- İki kız da çok yalnız, biraz kedi gibiler, Jeliza garip komşu kadına ne pahasına olursa olsun kendini sevdirmeye çalışırken, Ofelia annesinin hizmetçisine sığınıyor, hatta korkunç görünüşlü Pan' a..
- İkisinde de renk kullanımı ve atmosfer yaratma çok çok iyi. Tideland insanı gerçekten tavşan deliğine sokarken, Pan'ın Labirenti de labirentte dolaştırıyor. ikisinde de filmin içine giriyorsunuz, dışarda kalma şansınız pek yok. (Ki bence bu tadına doyulmaz bir özellik)
Son olarak ikisi de küçük kızları üzerken, onları izleyen büyük kızları ağlatıyor. Terry Gilliam'dan da, Guillermo del Toro dan da şikayetçiyim :)

Thursday, October 11, 2007

187


Mim dalgasının ikinci ayağına hoşgeldiniz :) Şimdi de en yakındaki kitabın 187. sayfasını açıp ifşaatta bulunma mimini gerçekleştiriyoruz.. Tavşancım http://tavsan.blogspot.com/beni sobelemiş.
Ne yazık ki hiç entelektüel bir kitap olamadı yanımdaki :) Heyhaaat, hatta bir best seller :) Jean-Christophe Grange abimizi en son sapık kitabı: Şeytan Yemini
Bu kitabı 1408 i seyretmemle aynı dönemde okumamın bünyemde gece dolaşırken tedirgin olmak, eve gelince odaları kontrol etmek gibi travmatik etkileri olduğunu itiraf etmeliyim. Yine de seviyorum bu Grange ı ben. Genelde son yazmayı beceremese de (Taş Meclisi nin sonu bence tam bir felaket) yine de yaratıcı cinayetleri bir tanedir. Her seferinde bu konuda kendini aşmayı başarıyor.
Haha bu kitabında katilin kim olduğunu bildim hem de kitabın ortasında, Grange heyy kafanın için girdim sonunda nihahahahah.. off bu noktada Nietzsche nin "And if thou gaze long into an abyss, the abyss will also gaze into thee" sözünü hatırlamak biraz korkutucu oluyor. Türkçesi "Dipsiz kuyunun içine çok dikkatli bakarsan o da senin için bakar." gibi. Çok da girmemeli bu sapık zihinlere.. Ama seviyoruum. Peki peki seni hareketsiz ama adrenalin bağımlısı bünye seni :))
187. sayfa çok özel değilmiş:
"Bu mülk bu eşyalar kimin olacaktı? Sylvie Simonis in uzaklarda bir yerde bir ailesi olabilir miydi? Yoksa tüm bunlar kayınvalidesi ile kayınbabasına mı kalacaktı?"
Budur..
Sıra geldi mim seçmeye, Diagonel' cim sen yazmış mıydın bu konuda? Bir de Noni ile Esther olsun, yazdılar da kaçırdıysam özürler..

Tuesday, October 09, 2007

Seviyorum İştee


Sessiz Balık beni mimlemişti daha önce.. Biraz zaman geçti sevgili Sessiz Balık özür dilerim. Konu sevdiğim şeyler..

O kadar çok ki sevdiğim şeyler, şöyle sıkıştırılmış bir paket yapayım dedim, değişik bişiy olsun:

Sinema- Kitap okumak- Dergi okumak- Çizgi roman okumak- Okumak da okumak- Yemek yemek- Kahve içmek- Hüzünlü müzik dinlemek- Hüzünlü müzik yapanların hayatlarını araştırmak- Aşık olmak :) - Saçmalamak- İKSV- Ellerimin küçük parmakları- Cinayet romanları- Korku filmleri- Garip kavramlar öğrenmek (en son Grange ın kitabından öğrendiğim "negatif ölüme yakın deneyim" gibi, "Negative Near Death Experience") - Garip kavramları öğrenince övünmek, caka satmak :) - Çiya - Dominos Duble Pizza- Moda- Şaşı bak şaşır- Hiç beklemeden, hiç tanımadığım bir yönetmenin filmine tesadüfen gitmek ve filmin çok güzel çıkması- Çemkirmek- İçinde erimiş çikolata olan sert çikolata- %70 kakaolu bitter çikolata- Acıklı türküler- Yürürken müzik dinleyip trip yapmak- Karanlık sokaklar- GO oynamak hele de bana denk seviyede biriyle- Ney üflemek, kafayı bulmak (oksijen fazlası kafa yapıyor gerçekten)- Tasavvuf (naçizane) - Ispanaklı börek- Temiz çarşaflar- Uykusuz geçen gece yolculuğunda tam güneş doğarken uyuyakalmak

Burda keseyim yoksa bitmeyecek :)

Şimdi sıra bendee, sevgili Sherlotte kıskanmış önce onu sobeliyim, sonra Tavşan da sanırım bu konuda yazmamıştı henüz, o olsun..

Hadi bakalım..


Mimlenme: Blogger' daki ma halle baskısı ahahahaha

Friday, October 05, 2007

Korkuyorum Annecim :)


Tatil yazısı yazacaktım ya ben, canım istemedi birden, yani nasıl desem canım tatille ilgili şu kadarcık kalem oynatmak istemiyor. Sadece çok sakindi, hep denize gittim, güzeldi hatta çok güzeldi desem çok ayıp olur mu? Olmaz di mi? Hem ben de "artık blogum okuyucu driven mı oldu laan, istemiyom bunu" endişelerimden kurtulurum.. Bence süper olur. Hem her blogda bir tatil yazısı var, burda da olmasın..Size başka şey anlatayım mesela korku filmleri ile aramdaki şiddet-sevgi-nefret dolu ilişkiyi. Bu konu da nereden çıktı derseniz Torkunç' un blogunda korku filmleri ile ilgili anekdotlar vardı, iştahlandım, Endişeli Peri de içinden Shining geçen güzel bir yazı yazmış, iştahım iyice kabardı. Ben de korku filmlerimi anlatmalıydım ve başıma getirdiklerini.
En baştan başlayalım, sanırım hayattaki ilk korku filmim "Sakin bir geceydi". İsmi pek ironik değil mi? Sakin geceymiş hıh, ben seni seyrettikten sonra pek sakin geçmedi ama gecelerim naaber? (Filmle konuşma Talisman, film kahramanı ile konuşmandan bile kötü bu :)) Filmde Merly Streep oynuyordu, güzeldi öyle hatırlıyorum, beni korkutan sahnesi ise şu, küçük bir kız kucağında oyuncak ayısı var ve kız kameraya sabit bakışlarla bakarken uzanıp oyuncak ayısının gözünü koparıyor ve ayıcığın boşalan göz pınarından kan akmaya başlıyor. Ben yaklaşık 9 yaşlarındayım ve aklım başımdan gidiyor, deli gibi korkuyorum. Artık koridorlarda gece tek başıma gezemiyorum çok kötü oluyorum hemen ayının gözü geliyor aklıma koşarak koridordan geçiyorum. Seyrettiğim ilk gece uyuyamıyorum. Ama gariptir çok da hoşuma gitmiş film. Herkese heyecanla anlatıyorum.
Sonra "Girdap" isimli dizi geliyor, aman tanrım müziği şimdi bile aklımda: "Aaaa aaaa aaaa" tabii böyle yazınca anlaşılmıyor nota da bilmiyoruz ki.. :) Girdap üç bölümlük, ikizler var, ikiz kadınlardan biri çift karakterli ve cinayetleri o işliyor, bu çift karakter kavramı ile ilk tanışmam, acaip hoşuma gidiyor ama korkudan da 3,5 um hatta 35,5 sayılırım, ağır korkuyorum. Yavaş yavaş şöyle bir ilişki kuruluyor korku filmleri ile aramda, önce merak, istek ve heyecanla filmi seyrediyorum ve çok zevk alıyorum, sonra akşam oluyor yavaş yavaş yüreğim ağırlaşıyor sonra gece oluyor çook korkmaya başlıyorum ve bir gece uyuyamıyorum, hep bir gece, ikinci gece uyuyorum ve ilk gecede de sabah olunca geçiyor korkum, yani bir günlük bir macera, One night stand lerin en korkuncu.
Mesela yine küçükken bir film seyrediyorum, Chuck Norris oynuyor, baltalı bir katil var, eve geliyor bir kadını parçalıyor filan en sonunda da tam katili alt ettiler kuyuya attılar derken son sahnede kuyudan bir şahlanıyor katil, orda bitiyor film. Allaaah gece çok zor geçecek. Zor da geçiyor, uyuyamıyorum, sadece ay ışığı biraz sakinleştiriyor, yatakta oturup aya bakıyorum, ablamın yanına gitmişim bu arada, ama o uyuduğu için bana çok katkısı yok. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum şimdi baltalı katil gelse ne yaparım, sonra ancak pencereden kaçabileceğimi düşündüm, kalkıp pencereyi kontrol bile ettim, 4. kattayız, herhalde ölürüm atlarsam dedim ama olsun şansımı denerim. Böyle şeyler düşünüyorum.
Ehm hala okuyor musunuz benden ürkmeden? :)) Derken sabah oldu az önce manyak şeyler düşünen ben değilmişim gibi bir rahatlık doldu içime, Halide Edip Adıvar ın bir romanını okuyordum, onu aldım neşeyle okumaya başladım. Korkunun zerresi yoktu içimde.
Şimdi düşündüğümde tüm bunların ergenlikle başa çıkmakla ilgili olduğunu tahmin ediyorum, ergenliğin kendisi bir korku filmi olduğundan. Bir süre sonra geçti çünkü. Yani elbette şimdi de korkuyorum ama o derece değil. Çekik filmlerini bile izleyebiliyorum.
Komik anılarım da var bununla ilgili mesela bir festivalde geceyarısı sinemasına bilet almıştım. Yani filmler 24,00 de başlıyor ve 3 film üstüste, 3 ü de korku filmi. Korkuyorum ama kendimi de telkin ediyorum, "Yok canıım, kocaman insanım ne korkacağım korkmam haha" şeklinde gaza getirmişim kendimi. Bir de genelde korku filminde yanımda olan talihsiz insanın kolunu 135 kez sıkmak gibi bir adetim vardır, film arasında kendime bir de söz verdim "kol filan sıkmıycam rahat olcam" şeklinde. Neyse film başladı, ağır bir atmosfer, kamera bir odanın içinde yavaş yavaş dönüyor, tekin olmayan bir müz,k var ve o da ne kamera yavaş yavaş bir oyuncak bebeğe doğru yaklaşıyor, (nedir benim bu peluşlardan çektiğim :)) bebeğin kafası yan duruyor, ben kendi kendime "Korkma canımm, ne olcak bebeğin kafası dönecek aniden işte, ne olacağı belli" diyorum ve evet bebeğin kafası aniden dönüyor, Talisman bu arada "evet dediğim çıktı işte " diyerek sakin sakin oturdu sanıyorsunuz değil mi, hayır canhıraş bir çığlık attı, sinemanın sessizliği içinde çın çın öttü çığlığı :)) Sinemada herkes çok gerginken birden benim bu komik çığlığımla herkesin sinirleri bozularak tüm sinema gülmeye başladı. Ben de güldüm, sonra filmin geri kalanında yine kola yapışma ritüeline devam ettim tabii.
Son dönemlerde en çok korktuğum film "The Ring" bu arada, fecii korktum, filmin kurgusu vb den çok içindeki kaset korkuttu beni, çok sürreal, çok çok ürkütücü idi. Çok da güzel filmdir bence Ring. Aynı yönetmenin "Karanlık Sular" filmi de iyi ama o korkutmaktan çok üzüyor. Daha önce yazdığım "Three extremes" ise bambaşka birşey, seyredilmeli, ürkülmeli..
Ya mim dalgaları var ya, (hatta benim sessiz balık a sözüm de var.) bende başlatsam bir tane, en çok korktuğunuz 3 filmin adını yazsanız? Olmaz mı?
Hımm kimleri mimlesem, Torkunç ve Endişeli Peri zaten bahsettiler onlar olmasın, Öykücü, GOB, Ekmekçikız, Elektra olsun.. Ama başka yazmak isteyen herkes de olsun.
Sonra ben kaçayım, akşama 1408 i seyredip çook korkmayı planlıyorum, bu seferki kolu moraracaklar, yeğenim ve kuzenim.. Allah kolaylık versin :)

Tuesday, October 02, 2007

And so it is..


Hımm ben geldim.. Şaşıyorum ben, yani blog da ev gibi mi olmuş? Hani tatile gidersin herşeyden uzaklaşırsın sonra dönünce mesela işe gidersin herkes seni öper sen de öpersin, özlemişsindir, evde bekleyen varsa o bir sevinir sen iki sevinirsin filan.. Blog da böylemiymiş? Özledim ben burayı, arkadaşlarımın bloglarını okumayı da özledim. Belki de herşeyi manyak gibi sevebilme ve bağlanabilme kapasitemin yüksek olmasındandır. (Tersi de geçerli heyhaat, nefret etme potansiyeli ve bir anda soğuma hatta buzz olma potansiyeli :))

Çook şey var yazacak. Öncelikle "nereye gidecem ben tatile yahuu?" krizimde bana yardımcı olan herkese çook çook teşekkür ederim.

İkinci teşekkürüm ise tabii ki film çekme önerime sıcak bakan, önerime sıcak bakmasa da çekmemi destekleyen sevgili arkadaşlara, çok sağolun,iyi ki varsınız. Bu belgesel projesi beni çok heyecanlandırıyor.. Hele de blogger arkadaşlarla çekecek olmak.. Uff bu konuda bir plan yaptım bile. Öncelikle Kasım a kadar deli gibi belgesel seyretme ve belgeseli çekerken ne söylemek istediğimi belirleme çalışması yapacağım. Çünkü filmlerin (tabii belgeselerinde) söylemek istediği bir söz bir dert olması hoşuma gidiyor. Şart değil yani çok absürd böyle bir şeyi hiç sallamayan filmler de sevdim ama yönetmenin birşey anlatmak için çırpındığı filmleri de seviyorum. Ve belgeseli kolay yapan bir unsur da söylemek istediğiniz şeyi rahatçaa kör gözüm parmağına söyleyebiliyorsunuz. Oh ne konfor.. Kurmaca filmde çok kötü duruyor halbuki bu..Immm, çok güzel hayal etmesi..Ama gerçek de olacak.

Kasım dan itibaren ilgilenen arkadaşlarla teker teker görüşmelere başlamayı planlıyorum. İlerde daha da ayrıntılı postlarım olacak bu konuda.. Takip edin beni ;) Ve tekrar sağolun :)

Tatil yazısı da yarına kaldı.. İşler de niye yoğun ben anlamıyorum. Hem insan tatilden dinlenmiş dönmez mi, ben dayak yemiş gibiyim. (Giderayak mızlanan Talisman kaçar.)

Sevgiler..