Deliresim var, aklıma mukayyet olsun diye sevdiğim filmleri çağırıyorum hem kaç zamandır da yazmak istediğim bir yazı bu.. Bir taşla iki kuş, hem söz verdiğim bir şeyi yerine getirmenin huzurunu yaşarken hem de varoluş problemime bir saatlik bir cevap bulmak istiyorum. İlki tamam da ikinci çok iddialı.. Zaten saçma da bir amaçmış tekrar okudum da.. -Varoluş problemi ne Allahaşkına Talisman? -Ya git bee canım burnumda.. - İyi lan..Altı üstü tatil sonrası işe gelme depresyonuna girmişsin bir de gizem yapıyorsun.. - Çekil git. -Küfretme, küfrediyosan sansürlü yazma, terbiyeli senii :)) - Yaa git..
Tideland 'i seyrettim ilk, evde, tek başıma.. Aslında çok önce sinemada kendisiyle randevumuz vardı, film festivali kitapçığında "Karanlık bir "Alice Harikalar Diyarında" masalı" olarak nitelendirildiğini gördüğümde tereddütsüz filmi seçmiş, bilet almış ama gitmemiştim. Neden? Canım istememişti işte, öyleyim ben, plan yapmayı da sevmem bu yüzden, heyecanla beklediğim herhangi birşeyden son anda vazgeçebilirim. Neyse evde izlemeye başladığımda önce pek zevk aldım, renkler harika, kamera açılarının yamuk yumukluğu cezbedici, konu ilginç.. Sonra yavaş yavaş oturduğum yerde bir kasıldım, hafif doğruldum, biraz daha geçti, yüreğime bir sıkıntı oturdu, biraz daha derken ben aynı anda suratımı ellerimle kapayıp hüngür hüngür ağlamak ve kapıyı çarpıp çıkmak istedim. İkisini de yapmadım kuzu kuzu bitirdim filmi ya da o beni..
Neden bahsettiğimi anlamak için filme bakalım biraz. Jeliza Rose, kahramanımızın adı, 7-8 yaşlarında tatlı bir kız, ilk başta bakıldığında normal mutlu ufak bir kız çocuğu gibi ama bu hayatı pek de normal değil. Uyuşturucu bağımlısı, işe yaramaz babası (mükemmel oynayan Jeff Bridges) ve histerik, melankolik, hasta, çikolata bağımlısı ve dengesiz annesi ile birlikte deyim yerindeyse ..ok götüren evlerinde yaşıyor Jeliza. Üstüne üstlük bağımlı babasının morfinini kendi eliyle yapıyor sanki çok normal bir iş yapıyor gibi, filmde ilk bu sahne ürpertiyor zaten.. Annesi ise bir an kızından af dilerken ikinci dakkada "çikolatalarıma dokunma demedim mii" şeklinde iğrenç ciyaklayıp kızı azarlayan bir kadın. Ama filmde en ürpertici olan şey aslında olaylardan çok Jeliza nın olaylara tepkisi, hiç de öyle kurban modunda ağlak bir kız değil, annesine katıksız bir nefreti hatta daha garibi umursamazlığı var, babasını ise çok seviyor ve morfin yapmak onun için çok doğal. Ağlasa sızlasa daha normalleşecek olaylar ama Jeliza herkesi olduğu gibi kabul etmiş, bebek kafaları ile sakin sakin yaşıyor.
Bebek kafaları Jeliza nın arkadaşları, normal Barbie bebekler fakat gövdeleri yok, Jeliza bunlarla konuşuyor arkadaşlık ediyor kendi evrenini kurmuş yuvarlanıp giderken annesi aniden ölünce- baba da Jeliza da olayı soğukkanlılıkla karşılıyor- evden taşınıp uzakta, kırda - köy de değil- terkedilmiş gibi duran sadece bunların evinin olduğu bir yere yerleşiyorlar. Ev olağanüstü pis, garip döşenmiş ve dökülüyor. Filme damgasını vuran bir toz, pislik ve karmaşa var ama bu görüntüler batıcı değil, sanatsal bir hijyen yokluğu :)
Jeliza burada yavaş yavaş hayatını kurmaya başlıyor yine bebek kafaları ile beraber, başına olmadık işler geliyor yavaş yavaş, önce babası ölüyor ama zinhar bunu kabul etmiyor küçük kız, cesetle beraber yaşıyor, evin yakınlarına keşif gezileri düzenlerken garip bir kadın ve gerizekalı kardeşi ile tanışıyor. O kadar insan ilişkisi yoksunu ki, sarılıyor bu gari insanlara dört elle ve gerizekalı çocukla aralarında ilginç bir ilişki oluşuyor.
Daha fazlasını anlatmam ayıp ve günah olur izlemeyenler için.. Jeliza nın hikayesinde iç burkucu olan çocuğun umarsız tutunma çabası, babasına, babasının cesedine, bebek kafalarına, tozlu aynalara nihayet gerizekalı sevgilimsi sine öyle acınası tutunmaya çalışıyor ki, yüreği sıkışıyor insanın.
Şimdi gelelim Tideland ile çok noktalarda benzerlik gösteren Pan' ın Labirenti ne.. Burda da küçük bir kızımız var, 10-12 yaşlarında. Babası ölmüş ve annesi, acımasız bir subay - El Capitan- la evlenmiş ve hamile. Ayrıca hasta.. El Capitan manyaklık derecesinde bir oğlu olmasını istiyor, üstelik bu oğlan yanımda doğmalı diyerek hasta kadıncağızı yola çıkartıp birliğin olduğu yere getirtiyor. Yol çok yoruyor anneyi. Oradan da anlıyorsunuz uğursuz şeyler olacak. Ofelia- küçük kızımız- mutsuz bir şekilde birliğin olduğu ormanda ilerlerken bir peri görüyor, periyi izleyerek Pan' ın Labirenti ne geliyor. Orada labirentin bekçisi Pan ile tanışıyor ve Pan onun bekledikleri Prenses olabileceğini söylüyor. Hikaye şu çok eskiden bir prenses, yeraltında hiç bir yalanın riyanın olmadığı ülkesinde yaşarken gerçek dünyayı merak etmiş ve ülkesinden kaçmış fakat dünyanın acımasızlığına dayanamamış ve ölmüş, fakat ülkesinde Prenses in başka bir zamanda başka bir bedenle geleceğine inanılmış, Pan ise prensesi beklemekle ve geldiğinde onu ülkesine geri götürmekle görevli. Fakat Ofelia nın prenses olduğunun kanıtlanması için bazı testlerden geçmesi gerekmekte..
Yine daha fazla anlatmıyorum fakat şunu söyliyim, filmde gerçek hayatta, El Capitan ın başrolde olduğu iç savaşı konu eden olaylar ile Ofelia nın hayal dünyasındaki olaylar elele harika bir kurguyla gidiyor, zamanı geldiğinde iki dünyanın çarpışması ise unutulmaz güzellikte.
Bu iki harika filmin ortak özellikleri ise şöyle:
- Alice Harikalar Diyarında ya göndermeler dolu ikisi de.. Kahramanlar küçük, kırılgan ve başlarına olağanüstü şeyler gelen iki küçük kız. (Fizikleri bile benziyor)
Torkunç kendi blogunda Pan' ın Labirenti nin Alice e göndermelerini çok güzel anlatmış, (http://torkunc.wordpress.com/2007/09/24/bergmanin-ruhu/#comment-718)bir bakın derim. Bu arada Capitan ın köylünün kafasını kırdığı sahne bana "Wild At Heart" ı hatırlattı..
- İki küçük kızda teselliyi hayal dünyasında buluyorlar, biri biraz daha hakim olaylara (Jeliza) bebek kafalarını istediği gibi kurguluyor, diğerinin hayalleri biraz tepesindeki tirandan etkilenmiş durumda..
- İki kız da çok yalnız, biraz kedi gibiler, Jeliza garip komşu kadına ne pahasına olursa olsun kendini sevdirmeye çalışırken, Ofelia annesinin hizmetçisine sığınıyor, hatta korkunç görünüşlü Pan' a..
- İkisinde de renk kullanımı ve atmosfer yaratma çok çok iyi. Tideland insanı gerçekten tavşan deliğine sokarken, Pan'ın Labirenti de labirentte dolaştırıyor. ikisinde de filmin içine giriyorsunuz, dışarda kalma şansınız pek yok. (Ki bence bu tadına doyulmaz bir özellik)
Son olarak ikisi de küçük kızları üzerken, onları izleyen büyük kızları ağlatıyor. Terry Gilliam'dan da, Guillermo del Toro dan da şikayetçiyim :)
5 comments:
ikiside sıkı filimmiş cidden
severim bende bu tarz şeyleri ....
bulunulsun izlensin ...
Tideland'ı görmedim, ancak Terry Giliam deyince şöyle bir geri çekileyim. Anlattıklarınla birleştirince, Pan'ın Labirent'ini seyrederken korkan gözlerim ve burkulan yüreğim Tideland'da iyice zıvanadan çıkarmış gibi hissettim.
Her şey bir yana, Pan olağanüstü bir dünya kurmuştu, çok etkilenmiştim.
Bu tip filmler ne kadar şanslı olduğumu hatırlatır bana.Hayata böyle bir noktadan başlayan küçük bir kızın devamında ne yaşaması beklenir ki? Hiç unutabilir mi yaşadıklarını?Güvenebilir mi insanlara?
Herkes anne baba olmamalı.Yazık ya.Okurken bile,hayal olduğunu bile bile içim yandı kızlara.Bunun gerçeğini yaşananlar da vardır dünyada bir yerlerde.
Ne zor.
Sadece anlatımını kutlamak için uğradım.Filmi izlemediğim halde alınacak dersi aldım.
Su götürmez bir gerçek var:Çocuklar 18 yaşına kadar ailenin etkisinde.Bu nedenle çok dikkatli yetişmeleri lazım.Çok ince noktalar....
Sıksık uğrayacağım
Tütü
If you want to taκe much fгom thiѕ post then уоu havе to apply ѕuch methоdѕ to yοur won webѕite.
my pаge ... skin lightener serum
Post a Comment