Saturday, February 20, 2010

Koleksiyoncu



Az önce okuyup bitirdim. Aslında bu kadar geç okumam biraz utandırıcı bile sayılabilir. John Fowles' ın 'Koleksiyoncu' kitabından bahsediyorum. Bir iki ay önce bir iş arkadaşım (kendisi bu işyerimden bulduğum ilk kafadengi arkadaşım ve ciddi malumatfuruş bir insan) bana John Fowles okuyup okumadığımı sordu ben de 'o kimdi yaa' dedim, sonra anlaşıldı ki 'Fransız Teğmenin Kadını' kitabının yazarıymış. Çok sevmiştim o romanı.. Biraz küçük yaşta okuduğum için biraz da ürkütücü gelmişti, belki fazla tutkulu ama güzeldi. Her neyse arkadaşım özellikle 'The Maggot' ı okumalısın dedi, orjinalini okuyum dedim biraz dili ağır olabilir dedi, Türkçesini aradım, (Yaratık) ama bulamadım. Sonra bir gün arkadaşımla kitapçıda beraberken bari bunu oku deyip 'Koleksiyoncu' yu elime tutuşturdu. Daha önce de duymuştum, tamam dedim, aldım okumaya başladım.


Geçen hafta çok yoğun çalıştığımdan kitabı ancak sabahları tuvalette biraz okuyabiliyordum. Bu yüzden de hergün işe geç gittim. Kitap beni hemen içine çekti, okumadan edemedim bir yandan da bitmesin diye çabaladım, ama işte az önce bitti. Ben de içimde onmaz bir tiksinti ile yazmaya oturdum.


Belki çoğu insan biliyordur, 'Koleksiyoncu' bir adamın genç ve çok güzel bir kızı kaçırıp evinin mahzenine hapsetmesi ve kızı orada tuttuğu süre içinde geçenleri hem adamın bakışı ile hem de kızın bakışı ile ayrı ayrı anlatan bir kitap. Adam 20 li yaşlarında, anne ve babasını kaybetmiş halası tarafından biraz da sevgisiz büyütülmüş, fazla eğitimli değil, aşırı utangaç ve asosyal. Küçük bir memur iken büyük ikramiyeyi tutturmuş ve paranın kendisine verdiği güçle platonik bir şekilde tutkun olduğu kızı kaçırmaya karar vermiş ve uzun süren planlama ve lojistik çalışmalarından sonra şehir dışında bir ev alarak, mahzeni tutsağı için hazırlamış bir adam. Ağır sosyopat. Kız çok güzel, resim öğrencisi, zeki, başarılı, sosyal. Adamın her açıdan zıddı. Sınıf ayrımları da belirgin. Adam bu sınıf ayrımından dolayı çok kompleksli, kız ise bu ayrımın farkında ve adamı bayağı bulduğunu hiç saklamıyor, dürüst ve açık bir kız. Adam aynı zamanda kelebek koleksiyoncusu. Kelebekleri avlayıp öldürerek saklıyor. Kız kelebekleri görür görmez kavrıyor konumunu.. Çok ileri gidip herşeyi anlatmayayım.


Bu minvalde giden çook film seyrettik değil mi? Bu kitabın belki tüm o filmlere esin olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Ama bu tür filmlerden çok daha fazlası bu kitap. Filmlerde insanlarda uyanan o macera hissi, gerilim yani alınan bir tür haz, bu kitapta hiç yok, kitap çok gerçekçi, hiçbirşeyi boyamıyor, olduğundan farklı göstermiyor, süslemeden, bayağılıktan çok uzak, çok güçlü ve sarsıcı..


Ana fikir şu aslında adam ölüm, kız ise canlılığı temsil ediyor. Kız hayatı seviyor, risk almayı seviyor. Hayatın öngörülemezliğini kabul ediyor sevinçle. Adam ise basbayağı ölü ve onu hayatta tutan şeyler de ölü şeyler, ölü kelebekler gibi. Adam hayattan korkuyor, kendine güvensiz ve kontrolü altında tutmadığı hiçbirşeyi sevemiyor. Böyle bir adamın eline güç geçince yani para, yaptığı ilk şey de sevdiği kızı ölü ama hep kendisinin yanında bir nesneye dönüştürmeye çalışmak oluyor.


Kişisel olarak bana gösterdiği bir şey var bu kitabın ve bu benim için biraz da olumlu. Şöyle anlatayım, bu kitabı daha önce okusaydım, tüm o platonik aşkı yücelten ve aşağılık komplexine teşne o dönemlerimde yani, bu kitabı çok farklı okurdum. Kızı kaçıran adamı 'tutardım' belki, herkese onu çok iyi anladığımı ifade eden süslü konuşmalar yapabilirdim ve adama ve kendime acırdım büyük ihtimalle. Adamın kızı ölü de olsa elinde tutmak istemesini anlardım. Çünkü canlı olan o zaman korkutuyordu beni de. Sevdiğim, hayranlık duyduğum kişileri gerçek anlamda sevmiyordum aslında. Onlardan biraz korkuyordum ve kendimi de onlardan aşağıda görüyordum. Şükürler olsun ki değişmişim, artık bunun tiksinti vericiliğini görebiliyorum. Önceden de gördüğümü iddia edebilirdim ama şimdi hissediyorum. Canlılığı az buçuk da olsa etüt edince ve o kesif aşağılık duygusundan kurtulunca, bu tür şeyleri de demek ki olduğu gibi görebiliyor insan.


Öbür türlü kitaptaki sınıf farkı ve pasifizmle ilgili o fikirleri de kaçırabilirdim. Kız bir kez kaçma fırsatı elde ediyor kitapta, balta ile yaralıyor adamı ama öldüremiyor. Sonra da çok pişman oluyor kız, 'az daha katil oluyordum.' diyor. Şöyle:

'Onu öldürmek, inandığım herşeye karşı çıkmak anlamına gelir. Kimileri sen yalnızca bir damlasın, sözünde durmaman bir damla, önemi yok diyecekler. Ama dünyadaki kötülüğü desteklyen bu küçük damlalardır. Küçük damlaların önemsizliği üzerine konuşmak saçmalıktır. Küçük damlalar ve okyanus aynı şeydir.'

Bu bence harika bir pasifizm ifadesi.

Bunun dışında kitapta yine nefis bir modern toplum eleştirisi var. Yeni kitle diyor yazar. Sanattan yüzeysel olarak anlayan ama derinine inemeyen, kitlesel üretimle beslenen hantal bir toplum. Günümüz modern insanı aslında. Tiksinti verici bir sıradanlık ve sıkıcılık. Hepimiz az buçuk içindeyiz işte biliyoruz. Seyrettiğimiz tüm o diziler, bu arada Türk dizilerinden bahsetmiyorum, Türk dizilerine burun kırıp kitlesel olarak Lost izlememiz, kitlesel olarak Pilates yapmamız, acınası özgün olma çabalarımız. Kitap bunları bir güzel topa tutuyor.

Bir alıntı ile bitireyim:

'Bu, yeryüzündeki duygu, sevgi, sağduyu yoksunluğunun yarattığı umutsuzluktur. Bomba atma fikrini göze alabilecek veya bomba atma emrini verebilecek insanların var olduğu düşüncesinin yarattığı umutsuzluktur. İçimizde bunu sadece bir avuç insanın dert edindiği düşüncesinin yarattığı umutsuzluktur. Dünyada bu denli şiddet ve katı yüreklilik olmasının yarattığı umutsuzluktur. Son derece normal delikanlıların ellerine çok para geçtiğinde sapık ve kötü olabileceği ve senin bana yaptığını yapabileceğinin verdiği umutsuzluktur.'

Yazı biterken televizyonda 'Matchpoint' filmi oynuyor ve Jonathan Ryes Myers tam böyle bir delikanlıyı canlandırarak, sevgilisini öldürmekle meşgul. Bu kadar mı denk gelir, sınıf farkı filan da dedik o kadar.


Evet, tüm bunların umutsuzlukla bir ilgisi var korkarım.


Tuesday, February 09, 2010

Drama Queen mi PolyAnna mı?


O kadar deriin bir drama queen lik pratiğim var ki, sağlıklı bir şekilde bundan kurtulmanın yolunu bir türlü bulamıyorum. Henüz bu pratiğin ilk senelerindeki toy bir bunalımist gibi "ay uçlarda yaşıyoruum" demek istemesem de, maalesef uçlar gerçekten beni çektiğinden, drama queen likten kurtulayım derken Polyanna ya yakalanırım diye korkuyorum. Ki herkes bilir ya da bilsin o Polyanna denen yumurcaktan ölesiye tiksiniyorum. Başkalarının acısından kendine mutluluk çıkaran bi tipsiz gibi geliyor bana. (Bu arada Virgilius'cum "Başkalarının Acısına Bakmak" 'ı sonunda okuyorum, iyi gidiyor.) Ne zaman şöyle bir rahatlamak istesem, bi mola almak istesem, "biraz da iyimser olalım, değişiklik olsun" desem, bu tip bana karşıdan sırıtıp el ediyor gibi geliyor. "Gel, gel aramıza, seni bekliyordum, burda herkese yer var. " filan diyor böyle karamela gibi yapışan bir ses tonu. Amanın bir panikliyorum. Benim kafamdaki "dark side" bu Polyanna' nın diyarı işte. Çok dindar birine şeytanın çağrısını düşünün işte Polyanna ' da benim şeytanım.
Bu böyle beni çağırınca hemen kurtulmak için aklıma kötü şeyler getiriyorum. Ya da "Dur Poly, ben bi Haneke filmi seyredip geliyorum, 7. Kıta mesela" diyorum, bunun bir suratı asılıyor. "O zaman gelmezsin ki" diyor, ama üzülemiyor bu şapşal "Kill Bill' i seyredip, estetik şiddetle kendinden geçmenden iyidir" diye gülümseyiveriyor ışıl ışıl, gel de sıkma boğazını.
Şaka bir yana cidden ne yapacağımı bilemiyorum bazen. Ortayı bulamıyorum. Ne zaman kendime güzel şeyler düşün diye telkin etsem hemen gözüme yogistler, ohhhmlar, "öbür yanağını uzat" lar, "bak elin ayağın yerinde" ler geliyor. Böyle bayık bir dünya. Öldüresiye sıkıcı ve sahte. Tabii ki ciddi ciddi inanan ve hakkıyla bu işlerin içinde olanları dışarda tutuyorum. Özür bile dilerim onlardan, bok atıyorsam kıskançlığımdan bile derim. Ama bu işe giren ve acaip sahte olan üstelik en kötüsü sahte olduğunu farketmeyen insan çok. Mesela bir tandığım var Reiki Master, ileri seviye yani ama ben bile anlıyorum ondaki psikozu, nasıl diyim reikinin felsefesi olarak anlatılan her hasletten uzak biri. Kötü biri anlamında değil tabii ama anlaşılıyor işte, birşeyler sahte. İçe sindirilmemiş, eğreti durmuş. Böyle bir garabet olmak istemiyorum.
Birinin çıkıp, "Yavrucum iki iyimser düşünmekle, istemediğin bir dünyaya dalmak, abartmak zorunda değilsin" demesi gerek bana. Kendim diyorum anlatamıyorum.
İşin özeti kendim kalarak iyimser olmak istiyorum ama bunun yolunu bilmiyorum. İyimser bir kapanış yapacak olursak, (bak gene) bulurum be bir yol.
Ne Drama Queen ne Polyanna, yaşasın tam bağımsız Talisman.